Kanser yakında sıradan bir kronik hastalık mertebesine indirilebilir
Kemoterapi ile zehirlenmeden, radyoterapi diye yanıp kavulmadan kanseri yenmek mümkün galiba. Aslında bunu yüz sene önce keşfetmiştik ama 1950 lerde bildiğimizi unuttuk şimdi yeniden idrak ediyoruz.
Lütfen abone olun; lütfen paylaşın.
Abonelik bedava. Abone olun ki her posta doğrudan size gelsin. İlk önce siz okuyun. Aboneliğin bir sıkıntısı yok. E-posta adresiniz kimse ile paylaşılmayacak.
Kanser tedavisinde yükselen devrim hakkındaki ana hikayeye ek olarak, şunlar da var bu sayfada:
DeepSeek R1, soruları yanıtlarken nasıl yüksek sesle düşünüyor
DeepSeek'in gösterdiği enerji tutumluluğu ABD'deki nükleer enerji planlarını nasıl altüst edebilir
RFK Jr ABD Sağlık Bakanlığı için uygun bir seçim
Stephen Baxter'ın son kitabı Galaxias, bir hayal kırıklığı
Hosuke Nojiri'nin Güneşin Gaspı: Kayıtsız bir uzaylı türüyle başa çıkma
Sydney Morning Herald'ın Stieg Larsson'dan bu yana İsveç'in en popüler edebi ihracatı olarak adlandırdığı Fredrik Backman'ın Cevap Hayır romanı
İstanbul - Brisbane fiyat karşılaştırması, Temmuz 2024'ten bu yanaki gidişat
ve Pascal ve Hagi'den son haberler.
-+-+-+-+
Kalp krizinden sonra en çok öldüren hastalık kansermiş. Ama eğer Professor Seyfried haklı ise (kim olduğunu aşağıda anlatacağım), kanser yakında sıradan bir hastalık haline gelebilir. Sadece haklı olması yetmez, geri kalan tıp camiasını ikna etmesi gerekiyor. O da elinden geleni yapıyor. Bir kaç yıldır tıp dünyasında süregelen bu tartışmayı rasgele önüme çıkan bir makaleden öğrendim. Çok ilgimi çekti ve okuyup öğrenip sizlerle paylaşmaya karar verdim.
Tartışmanın bir tarafında tam siper, geleneksel tıp camiası. Kendilerine, bu yazıda müesses nizam diye atıfta bulunacağım. Onlar şu anda uyguladıkları tedavinin gücüne kutsal kitaba inanır gibi inanmışlar. İlk müdahale kafi gelmezse daha fazlası ile hastalığın üzerine saldırırız; bir kemo yetmezse iki kemo veririz, hallederiz görüşündeler. Belki de haklıdırlar ben bilemem ama tartışmanın diğer tarafına göre durum öyle değil.
Mevcut paradigmaya baş kaldıran diğer kesim için aslında yüz yıllık bir kavramı yeniden icat ediyorlar denebilir. Kendilerine, bu yazıda muhalifler diye atıfta bulunacağım. İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Nazi Almanya'sında formüle edilmiş, ancak savaştan sonra unutulmuş bir tekniği şimdi yeniden keşfeden muhalifler, eksiklerini tamamlanıp, geliştirip tekrar deniyor.
Müesses nizama göre, kanserin müsebbibi genlerimizin çeşitli nedenlerle hasar görmesi. Muhalif görüş ise, gen hasarının bir sonuç olduğunu, esas nedenin şeker hastalığı gibi metabolik bir arıza olduğunu iddia ediyor. Fikirler böylesine taban tabana zıt olunca, önerilen tedavi yöntemleri de farklı oluyor. Bu kadar önemli bir ikilemin hala tartışılır olması, tek çözümde mutabakatın sağlanamamış olması beni hayrete düşürüyor. Öte yandan, belki, muhalif öneri doğru olduğu için mutabakatsızlık olduğunu düşünmeden edemiyorum. Aksi halde, yani muhalifler hatalı olsaydı, müesses nizam yani mevcut tıp kompleksi, ilaç firmaları ve medikal cihaz imalatçıları, hep beraber, muhalifleri çoktan şarlatanlıkla suçlayıp kariyerlerini sonlandırırdı.
Yasal Uyarı (Disclaimer): Bu yazının amacı, kanseri doğuran sebepler ve tedavi yöntemleri arasındaki farklılıklar üzerinde sizi düşündürmektir. Bu sayfalarda okuduğunuz hiçbir şey bir tıbbi durum için özel tavsiye olarak anlaşılmamalıdır. Tıbbi tavsiyeye ihtiyacınız varsa doktorunuza danışın.
Kansere karşı savaş iyi gitmiyor
Kanser ile mücadelenin maliyeti akıl durdurucu boyutlara ulaşmış durumda ve harcamalar artmaya devam ediyor. Tedavi yöntemleri sadece pahalı değil aynı zamanda zahmetli, meşakkatli, canımızı yakıyorlar. Son derece toksik maddeleri laboratuvarlarda üretip damarlarımıza enjekte ediyoruz; kanser hücrelerini böylece zehirlemeyi umarken, sağlıklı hücre ve organlara verilecek kalıcı zararları göze alıyoruz. Kanserli tümörleri yakmak için radyasyon verirken onun komşu dokuları da yakacağını biliyoruz ama başka çare yok diyoruz. Salahata ulaşmak uğrunda kendilerini kırbaçlayan fanatikler gibi, bu amansız hastalığın yenilmesi umuduyla işkenceleri göze alıyoruz.
Aşağıdaki tabloda, ABD’de, 2015 ve 2020 yıllarında kanser hastalarına sağlanan tıbbi bakım ve ilaçların yıllık maliyetini milyarlarca ABD doları olarak görüyorsunuz:
2015 yılında kanserle ilgili sağlık hizmetleri için ABD'de harcanan para yaklaşık 190,2 milyar dolardı ve bu miktar 2020'de %10 artışla 208,9 milyar dolara çıkmış. Artan harcamaya rağmen, aynı dönemde, hem yeni vaka sayısı hem de ölüm sayısı artmaya devam etmiş:
Biliyorum bazı okurlar, bu kadar harcamaya rağmen böyle olmuş, ya hiç bir şey yapmasaydık kimbilir kaç kişi ölürdü diyebilir. Harcamaları arttırmaya devam etmeseydik kanser vakaları ve ölümler çok daha fazla artar mıydı? Bu sorunun cevabını bilemeyiz. Ancak her halükarda, tüm bu harcamalara rağmen kansere karşı savaşı kazanamadığımızı söylemek doğru olur.
Buna karşın, müesses nizam, kazanmak için daha fazla harcamak gerektiğini iddia ediyor. Yapay zekanın da yardımıyla yeni tedaviler tasarlayabilirmişiz. Bu yeni önlemler, hasta ve tümör genetiğine göre tasarlanan, kişiye özel ilaç rejimlerini içerecekmiş. Kişiye özel tedavinin maliyeti de yüksek olacağından, bir kanser hastasının potansiyel yıllık tedavi maliyeti birkaç yüz bin dolara ulaşabilir deniyor. Geçmişte de yüksek maliyetli "mucize" ilaçlar denenmiş ve çoğu zaman yetersiz kalmıştı. Yeni mucize tedavilerin de garantisi olmayacak.
Kanserle mücadelenin başka bir yolu daha var ama henüz genel kabul görmüyor. Aslında yeni icat değil. 20. yüzyılın başlarında, 2. Dünya Savaşı öncesi Almanya'da, tüm kanser türlerinin tek bir zayıf noktası olduğu ve bu zaafın diyet ve sınırlı ilaç kullanımı yoluyla istismar edilebileceği keşfedilmişti. Biraz ona bakalım.
Warburg Etkisi
İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Alman bilim adamı Otto Warburg, tüm kanser hücrelerinin ortak bir zaafını keşfetti. Bu zaafı hedef alarak bütün kanser çeşitlerini tedavi amaçlı bir yöntem icat etti. Bu keşfi nedeniyle Nobel’e layık görüldü ama 1931'de zaten başka bir buluş nedeniyle Nobel’i almıştı, iki kez olmasın diye bu sefer vermediler. Çok akıllı, yetenekli ve becerikli bir bilim adamıydı. Benim fikrimce, eğer savaştan önce Almanya'yı terk edip gitseydi ABD'ye, muhtemelen oradaki diğer Alman göçmenler gibi bugün herkesin bildiği bir isim olurdu ama o, Yahudi kökenli olmasına rağmen, ülkesinde kalmayı tercih etti.
Kanseri doğuran … sayısız tali sebep var. Ancak temel müsebbibi tek. Bu temel müsebbip, normal vücut hücrelerindeki oksijen solunumunun bozulup yerini şeker fermantasyonuna bırakması ve sağlıklı hücrelerin bu şekilde kanser hücresine dönüşmesi olarak özetlenebilir.— Otto H. Warburg
Warburg'un Batı bilim çevreleriyle iyi bağlantıları vardı. Mesela Einstein'la iyi arkadaştı. Ayrıca, laboratuvarından Batılı ziyaretçi eksilmezdi. Bu ziyaretçilerin çoğu geldikleri yerlerde çok yüksek kalitede insanlardı. Üçü daha sonra Nobel Ödülünü kazandı. Bu üçten biri, Krebs döngüsü dolayısı ile tanıdığımız Sir Hans Adolf Krebs'ti mesela.
Bütün bunlara rağmen, 2. Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, sanki aniden bir hafıza kaybı yaşamış gibi, Otto Warburg ve onun kansere yaklaşımını unutuverdi tıp camiası. Warburg tezlerinin nasıl böyle süratle ve baştan savma bir şekilde bir kenara atılıp unutulduğunu anlamakta zorlanıyorum. Bu, bir anlamda bilimsel suikast diyebileceğimiz müdahale, esas olarak iki kıdemli ABD'li bilim adamı, meşhur kanser araştırmacısı ve Kanser Araştırmaları dergisi editörü Sidney Weinhouse ve Harvard Tıp Fakültesi kıdemli akademisyenlerinden Alan Aisenberg tarafından yapıldı. Her ikisi de, Warburg'un metabolik açıklamasının tam tersine, kanserin gen temelli bir orijini olduğunu iddia ettiler.
Hastalık izahı farklı ise önerilen tedavi de farklı olur. Warburg'un metabolik izahı, tüm kanser türleri için oruç ve asgari ilaç yollu bir tedavi ima ederken, Weinhouse/Aisenberg'in genetik izahı tek evrensel bir tedavi imkanını reddediyordu. Bu ikiliye göre, her kanser türü için özel tasarlanmış ilaç ve tedavi önlemleri gerekecekti. Weinhouse ve Aisenberg'in ilaç firmaları tarafından motive edildiğini düşünebilirsiniz ama bence öyle değil. O dönemde ilaç endüstrisinin kanser araştırmalarına katılımı azdı. Warburg Etkisi'ne yönelik böylesine köşeli bir saldırının, DNA’nın keşfi ve onun getirdiği genlerle ilgili her konuda duyulan heyecan, yeni ArGe destek öncelikleri ve bu yönelimlerden yararlanma fırsatlarının cazibesi yüzünden olduğuna inanmayı daha makul görüyorum.
Geleceğe Dönüş
Son on yılda yeniden Warburg tezlerine ilgi duyulmaya başlandı. Sebebi de 1950'lerden bu yana denenen diğer yaklaşımların başarısızlığı. Yani bir anlamda metabolik izah geleceğe dönüş yaptı.
Ben bu konuyla Peter Attia'nın Profesör Seyfried ile yaptığı röportajı dinlerken tanıştım ve ardından Seyfried'in 2010 tarihli kitabını okurken daha iyi anlamaya başladım. Daha sonra yapılan bir literatür taramasında, bu alanda çalışan nispeten az sayıda akademisyenin ismini tespit ettim. Bu isimler arasında Jason Locasale (Duke Üniversitesi), Zhimin Lu (Zhejiang Üniversitesi),Lewis C. Cantley (Harvard Tıp Fakültesi'nden emekli), Jacques Pouysségur (CNRS Emekli Araştırma Direktörü) ve elbette Thomas Seyfried (Boston Koleji) var.
Konuyla ilgileniyorsanız, teknik olmayan bir sunum olarak The Diary of a CEO YouTube kanalındaki röportaj iyi bir başlangıç olabilir. Peter Attia röportajı Attia'nın Seyfried'in bazı argümanlarına karşı çıktığı ve daha nüanslı bir bakış açısına sahip olduğu için özellikle incelemeye değer. Yine bir diğer izlediğim de geçen yıl Yapay Zeka ve Sağlık Hizmetleri YouTube kanalında çıkan bir başka Seyfried röportajı. Ayrıca bir de Profesör Seyfield'ın kendi YouTube kanalı var: Profesör Thomas Seyfried ile Kanseri Konuşmak.
Tartışma şu anda tek taraflı ilerliyor gibi. Müesses tıp nizamı, metabolik teori görmezden gelinirse ortadan kalkar kaybolur diye umuyor sanırım.
Her iki tarafın argümanlarını anlamak ve değerlendirmek için, her iki tarafın da kanserin temel nedenine ilişkin söylediklerinden yola çıkmak gerekiyor.
Kanserin nedeni nedir?
Sigara veya UV gibi kanser tetikleyen şeyleri biliyoruz. Kanserojen olarak adlandırılan bu tetikleyiciler, normal hücreleri kanserli tümörlere dönüştüren süreci başlatanlardır. Peki hücrenin içinde gerçekleşen tümörleşme sürecinin kendi doğası nedir? İki teori var bu konuda: somatik mutasyon ve metabolik teori.
Somatik Mutasyon Teorisi
Müesses nizam teorisi. Günümüzde çoğu doktor bunu destekliyor.
Bu teoriye göre, kanserin kaynağı, doğduktan sonra ve hatta henüz anne rahminde iken genlerimizde (DNA) meydana gelen hasar (ki buna somatik mutasyon deniyor).
Metabolik Teori
Metabolik hastalık denilen şey, vücudun normal kimyasal süreçlerindeki bir bozulma demek. Örneğin diyabet, ya da şeker hastalığı. Sebebi vücudun şekeri işleyememesi.
Metabolik teoriye göre, kanser, hücredeki enerji dönüşüm mekanizmalarını bozan bozuk hücresel "motorlardan" (mitokondri) kaynaklanıyor.
Bu terimlerin hepsini ileride (gelecekte) açıklayacağım.
Aradaki Fark Neden Önemli?
Somatik Mutasyon Teorisi (Gen Hasarı)
Genlerin zarar görmesinin sonsuz çeşidi olacağı için, eğer kanser genetik hasardan kaynaklanıyorsa, kanserin de sayısız farklı türü olabilir. O aman, tedavinin amacı, bu genetik mutasyonları tespit edip mutasyona uğramış hücreleri yok etmek olur. Bu niye zordur çünkü:
Kanser hücrelerini öldürmek zordur.
Bu süreçte sağlıklı hücreler de zarar görebilir.
Bazen agresif tedaviler kanseri yok etmek yerine yayılmasına yardımcı olur.
Bu teorinin en büyük zaafı, kanser hücrelerinin nasıl oluştuğuna veya nasıl davrandığına dair tek ve bütünsel bir izah sunamamasıdır. Bunun yerine, deneme-yanılma önerir. Geçmişte, yalnızca yüksek kan şekerine neden olan bir hastalık olarak bildiğimiz ama nedenini anlayamadığımız diyabetle de böyle mücadele ederdik. Hastalığın sebebini anlayana, yani Diyabetli hastadaki pankreasın yeterli insülin üretemediğini keşfedene kadar etkili bir tedavi bulunamadı.
Metabolik Teori (Enerji Üretiminin Bozulması)
Metabolik teoriye göre, kanser, sağlıklı bir hücredeki mitokondri merkezli normal enerji üretim sürecinin bozulması ile başlar. Bu bozulma sonucunda hücre değişir, enerjisini fermantasyondan üretmeye başlar. Fermantasyonun oksijene ihtiyacı yoktur. Bu yüzden, kanserli bir hücre, oksijen yokluğunda bile çalışıp çoğalabilir.
Genetik dengesizlik ve kanserle ilişkilendirdiğimiz diğer özellikler, hücre metabolizmasındaki bu değişim sonucu olarak ortaya çıkar. Yani önce genler bozulup sonra mitokondri bozulmaz; önce mitokondri bozulur, genlerde olabilecek hasar bunun neticesidir.
Kanser hücreleri dışında, vücudumuzda oksijensiz fermantasyon kullanarak enerji üreten hücre olmadığından, fermantasyonu engelleyebilirsek kanser hücrelerini açlıktan öldürebiliriz. Sağlıklı hücreler bundan etkilenmez çünkü onlar fermantasyon değil oksijen kullanır.
Kısa özet
İki kanser teorisinden bahsettim yukarıda. Müesses nizam teorisi, kanserin ilk sebebi olarak DNA bozulmasını, muhalif teori ise metabolik bozulmayı görüyor. Bir dahaki yazıda biraz daha detaya gireceğim. Hangi teori doğru sorusuna ben cevap veremem ama savunulan tezleri biraz daha iyi kavrayabilmek istiyorum. Ben kavrayabilirsem, sizlere de izah edebilirim diye umuyorum 🤫.
(devam edecek)
Kaynaklar
Seyfried, T. N., & Huysentruyt, L. C. (2013). On the origin of cancer metastasis. Critical Reviews™ in Oncogenesis, 18(1-2).
Seyfried TN, Huysentruyt LC. On the origin of cancer metastasis. Critical Reviews in Oncogenesis. 2013 .
Peter Attia interview with Seyfried, Spotify (2018)
X Gao, SM Sanderson, Z Dai, MA Reid, DE Cooper, M Lu, JP Richie Jr, ... (2019). Dietary methionine influences therapy in mouse cancer models and alters human metabolism. Nature 572 (7769), 397-401.
Steven Bartlett interview with Seyfried, Diary of a Ceo Youtube channel (2025)
Sanjay Juneja interview with Seyfried, AI and Healthcare Youtube channel (2024)
-+-+-+-+
Kısa Kısa
DeepSeek R1
Makina Mühendisliği ikinci sınıf talebelerinin Mukavemet dersinde gördükleri bir soruyu ChatGPT ve Claude’a sormuştum hatırlarsanız. DeepSeek v.3 ilk çıktığında ona da sormuştum ve doğru yanıtlamıştı. DeepSeek R1 çıkınca, aynı soruyla onu da sınadım. Beklediğim gibi doğru cevap verdi.
Ancak en fazla gözüme çarpan şey, cevaba ulaşma tarzıydı. Görmezseniz inanmazsınız, DeepSeek R1 "yüksek sesle düşünüyor" ve çalışırken düşünce sürecini aktarıyor size. Adım adım ilerlerken, her adımda yaklaşımını izah ediyor, ara sonuçları kontrol ediyor, gerektiğinde bir adım geri gidip yaklaşımını değiştirip tekrar devam ediyor1.
DeepSeek enerji tasarrufu Nükleer Enerji planlarına ters
DeepSeek’in henüz pek sözü edilmeyen bir özelliği daha var. Emsallerine göre çok daha az elektrik tüketiyor.
ABD’deki AI firmalarının nasıl elektrik düşkünü olduklarını ve bilgisayarlarını çalıştırmak için her birinin kendi nükleer güç santralını kurmayı planladığını okuyoruz kaç gündür. Ben de yazdım. Ancak DeepSeek sanki başka türlü çalışıyor galiba. ABD hükümetinin çip ambargosundan dolayı, DeepSeek, Nvidia’nın en ileri çiplerine, yani H100’e, ulaşamıyor. Onun yerine, H800 kullanıyor. Yonga yavaş olduğundan, yazılıma daha fazla iş düşer ve elektrik daha fazla harcanır diye düşünürsünüz. Tam aksine, DeepSeek, ABD'deki emsallerinden 10 ila 40 kat daha az elektrik tüketiyormuş.
Bu, DeepSeek yazılımlarının çok daha verimli olduğunun işareti. CUDA kullanmamalarındandır diye düşünüyorum. Nvidia çiplerini kullanmalarına rağmen Nvidia'nın tescilli yazılımı olan CUDA'ya güvenmiyorlar. Bunun yerine, yonga ile arada aracı olmadan doğrudan konuşan, montaj diline (assembly language) benzer, GTX diye kendi yazdıkları bir program kullanıyorlar.
DeepSeek enerji tasarrufu konusunda doğru söylemiyor da olabilir tabii. Ama eğer iddiaları doğru ise ve ABD'deki yapay zeka şirketleri de benzer enerji tasarrufu tekniklerini benimserse (veya Nvidia bunları CUDA'ya entegre ederse), gelecekteki yapay zeka bilgisayar komplekslerinin kendi emre amade enerji santrallerine ihtiyacı olmayabilir. Yeni bazı reaktör projelerini planlarken, yapay zekâ şirketlerinin yaratacağı talebe bel bağlayan nükleer enerji sektörü için kötü bir haber.
-+-+-+-+
YouTube Videosu
Robert F Kennedy Jr
ABD sisteminde, yeni seçilmiş bir Başkan Kabine üyelerini ve bazı kilit yöneticileri rasgele atayamaz. Senato onayı alması lazım.
Donald Trump, Sağlık Bakanlığı için Robert F. Kennedy Jr.'ı aday gösterdi. New York Times ve bazı diğer ana akım medya kırmızı bez görmüş boğa gibi saldırıyorlar adama. Aşı düşmanı fanatik bir manyak olarak tanıtılıyor. Türkiye’deki aydın denen kesimin çoğu, Batı tartışmalarını Batı’nın ana akım medyasından takip ettikleri için, onların da Robert Kennedy’e zırdeli gibi yaklaştıklarını okudum bir kaç yerde. Ben RFK Jr ile yapılan iki mülakatı izledim. Biri All-In Podcasts, diğeri Joe Rogan. Aşıya karşı değil ama benden biraz daha fazla aşıya mesafeli. Onun dışındaki sağlık politikasına ilişkin görüşlerinin çoğuna katılıyorum.
Fikirlerine her zaman saygı duyduğum Dr. John Campbell’ın da benimle hemfikir olduğuna sevindim.
-+-+-+-+
Günlük
Çin Yeni Yılı
Sadece Çin değil, Japonya ve Kore de, geleneksel olarak Yeni Yılı bu günlerde kutluyorlar. Ay takvimi tarihleri arasında bir kaç gün fark oluyor..
Japonlar için, Yılan Yılı 26 Ocak Pazar başladı (Japon fırıncımdan öğrendim). Çin, Yeni Yılı üç gün sonra, 29 Ocak’ta kutladı.
İşte bizim mahalle AVM’sinden bir sahne:
ve Yılan Yılı'na başladığımızın işareti:
Batı dinleri (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) için yılan, kötülük simgesi. Adem ve Havva’nın başını yakan yaratık. Tersine, Asya geleneklerinde yılan, bilgelik sembolü olarak tasvir ediliyor.
Bizim yeni yıldan bir ay sonra tekrar Yeni Yıl yemekleri yedik. Otuz yılı aşkın süredir tanıdığım bir Çinli arkadaşımızın evindeki muhteşem Asya tadları ile donatılmış masa:
Dünürlere de davetli idik. Bu masa da muhteşem:
Türk mutfağında olduğu gibi, Asya mutfağında da, ev yemekleri, restoran menülerinden farklı ve çok daha ilginç ve lezzetli diye düşünüyorum.
Pascal Hagi
Dış kafes zeminini basınçlı su ile temizlerken bugün kuşları erken içeri aldık. Meliz onlara içeride yemek hazırladı, yoksa sabaha kadar kafeslerinin kapısına sıkıştırdığım marul yaprakları dışında bir şey yemeye fırsatları olmayacaktı. Videoda görüyorsunuz, acıkmışlar:
Pascal, tabiatı icabı, mıntıka müdafaası bab’ında bir dolandı ayaklarımın etrafında, ama açlık galip geldi ve mama tabaklarının başına döndü. Dönerken bir şeyler mırıldanıp duruyordu ama ne dediğini anlayamadım.
Okuduklarım
Ursula K Le Guin: Hainish Evreni Romanları
Rocannon'un Dünyası, Sürgünler Gezegeni, İllüzyonlar Şehri
Ursula K. Le Guin sevdiğim bir yazar. The Left Hand of Darkness (Karanlığın Sol Eli), The Dispossessed (Mülksüzler), ve The Beginning Place (Başlangıç Noktası) kitaplarını okuyalı kırk seneyi geçiyor. Earthsea(Yerdeniz) kitaplarına da o zamanlar başlamıştım, geçenlerde yeniden okudum. Yavaş yavaş baştan itibaren diğer kitaplarını okumaya karar verdim.
Rocannon'un Dünyası, ilk romanı. Yıldızlararası yolculuğun ışık hızıyla sınırlı olduğu bir gelecekte, Dünya benzeri bir çok gezegen keşfedilmiş, buralarda insan gibi ama biraz bizden farklı halklar yaşıyor. Dünya kadar ileri değiller ama her birinin kendine göre bir medeniyeti var. Tüm bu gezegenler, uzun zaman önce Hainish denen bir medeniyet tarafından tohumlanmış, ya da öyle sanılıyor. Hainish artık piyasada yok anladığım kadarı ile ama o adla anılıyor şimdi insanların ışık hızının altında gemilere binerek yayılabildikleri bu ‘yakın’ evren.
Yolculuk ışık hızının altında ama haberleşme ve bombalama anında yapılabiliyor. Ansible adı verilen bir cihaz aracılığıyla anında haberleşme mümkün. Ayrıca, cansız nesneler de aynı prensibi kullanarak anında uzaklara gönderilebiliyor. Bu da evrenin bir ucundan diğer ucunu bombalamayı zahmetsiz hale getiriyor. Romanın kahramanı Rocannon, asi güçlerin üslendiği uzak bir gezegende mahsur kalıyor. Kendi gemisi tahrip edilip tüm arkadaşları ölünce, saldırıyı yapan asileri yenip dünyaya durumu haber verme gayretinde yerlilerle ilişkiye girip onların yardımını istiyor.
Sürgünler Gezegeni’nde, aşırı eliptik yörüngeli bu gezegene 600 sene önce dünyadan gelip yerleşmiş muhacirler ve gezegenin, biri vahşi biri değil, iki tür ırkı arasındaki ilişkiler tasvir ediliyor. Eliptik yörünge üzerinde, güneş etrafında bir devir, 60 dünya yılı sürüyor. Bunun büyük bölümü kış. Kısa bir yaz bitip yeniden kış yaklaşırken, vahşilerin saldırıları karşısında, biri muhacir diğeri yerli, gezegenin iki halkı ittifak kuruyorlar. Bu arada, muhacir genlerinin 600 senede gezegene uyum sağladığı ve hatta artık iki tür arasında birleşip çocuk yapma imkanının ortaya çıktığı anlaşılıyor.
İllüzyonlar Şehri, klasik bir Yabancı bir Ülkede bir Garip Yolcu hikayesi. Hafızası silinmiş bir adam, kimliğini ve amacını ararken, bundan iki bin sene sonra, çok az insanın yaşadığı, işgal altındaki bir dünyada Mississipi nehrinin doğusunda bir yerden başlayarak Kaliforniya kyılarına kadar yürüyor. Karşılaştığı insanların çoğu onu çeşitli sebeplerle kandırıyor ama yolculuk devam ediyor. Yolculuk sonunda, zihin kontrol güçleri olan işgalci kuvvetlerle karşı karşıya, onların anlattığı hikayeye ne kadar inanabilir. Gerçek nedir, gerçek sandığımız şeylerin hangileri ve ne kadarı ne kadarı algı hatasıdır. Bütün deliller aksini işarat ettiğinde, iç güdümüze ne kadar güvenebiliriz. Bu kitapta, yolcu, kaderini belirleyen seçimler yaparken, aklından çok içgüdüsünün yönlendirdiği inançları kaale alıyor. Objektif gözüken gerçeklik ve itikat arasında ilginç bir felsefi ikilem sunuluyor.
Akıcı anlatımın dışında, bütün bu kitaplarda, insanlığın çeşitliliğine ve hayatın zenginliğine, humanist ve hoş görüşlü bir bakış açısı var. Her üç kitap da çabuk okunuyor. Zamanınız kısıtlıysa, Rocannon'un Dünyası’nı atlayın, diğer ikisinin tadını çıkarın.
Stephen Baxter, Galaxias
Stephen Baxter da benim favorilerimden biri ama son okuduğum kitabı Galaxias tam bir hayal kırıklığıydı. Neredeyse yarıda bırakacaktım ama ‘bunu yazan Baxter, sonunda bir durum olur, ilginçleşir’ diye sonuna kadar okudum. Sıkıcılık dozunda bir değişiklik olmadı. Önerme aslında değişik ve ilginç: Gelişmiş bir uzaylı türü var galaksimizde, detaylarını bilmiyoruz ama ortaya çıkan tüm uygarlıkları şu ya da bu şekilde gözlüyor ve bir uygarlık yıldızlararası seyahat mertebesine erişince onu uyarıp engelliyorlar. Pioneer 10 1973'te güneş sistemini terk eden ilk insan yapımı nesne oldu ve 84 sene sonra 2057'de ihmali mümkün olmayan bir ihtarname sunuluyor dünyaya: Güneş yok oluyor.
Evrenden tecride zorlayan kontrolör türü fikri, Baxter'ın daha önce yayımlanan Creation Node kitabını anımsatıyor. Ama o kitap daha ilgi çekici idi. O kitapta sürprizler vardı. Bu son kitap, Galaxias’da, uzun uzun, hatta kitap bitene kadar, Güneş'i hareket ettirebilecek güce sahip bir varlığa nasıl tepki verilir konusunda devletler arası müzakereleri izliyoruz. Bu tür anlatılar bazen ilgi çekici olabilse de buradaki yaklaşım sıradan ve baştan savma. Sonuçta oraya çıkan, yavan ve sıkıcı bir roman.
Hōsuke Nojiri, Güneşin Gaspı
Japon oyun tasarımcısı ve bilim kurgu yazarı Hōsuke Nojiri, daha ilginç bir uzaylı müdahalesinden bahsediyor. Başka bir yıldızdan güneş sistemine ulaşan süper gelişmiş bir ırk, insanlığın varlığından bile bihaber, Güneş etrafında devasa bir halka inşa etmeye başlıyorlar. Dünya'nın üzerine düşen gölge, iklimi ve ekolojiyi darmaduman ediyor. Yok olma tehlikesi, insanlığı çaresiz ve ağır aksak bir tepkiye zorluyor.
Galaxias'ın aksine bu kitap, sevimli karakterleri ve iyi tempolu anlatı değişiklikleriyle okuyucuyu meşgul ediyor. Çok keyif aldım.
Fredrik Backman, Cevap Hayır
Cevap Hayır'ı Yi'nin tavsiyesi üzerine okudum. Okuduğuma sevindim. Backman radarımda değildi ama, hakkında yazılanları okudukça, yeni yükselen bir yıldız olduğu kanaatine vardım. Sydney Morning Herald gazetesi onu Stieg Larsson'dan (Ejderha Dövmeli Kız) beri İsveç'in en popüler edebiyat ihraç ürünü olarak adlandırıyor.
Romandan ziyade hikaye aslında - bir zamanlar kısa roman olarak adlandırılırdı - ve o yüzden pahaşlı değil, Kindle fiyatı 3,18 A$.
Kahramanımız Lucas, evden çalışan genç bir yazılım uzmanı. Bu iş tam ona göre çünkü başkaları ile etkileşimden hiç hoşlanmıyor. Fakat, bir apartman dairesinde yaşayanlar için, her zaman komşularla karşılaşma riski var. Kitaptaki insan ilişkilerine dair gözlemleri bazen biraz sığ ve klişe buldum ama buna rağmen eğlenceli bir kitap. Backman'ın çığır açan romanı A Man Called Ove'u da alıp okuyabilirim belki.
-+-+-+-+
İstanbul - Brisbane fiyat kıyaslaması - AT endeksi
Temmuz ayında, Avustralya (AU)-Brisbane Coles süpermarket ve Türkiye(TR)-Istanbul Migros süpermarket fiyatlarını karşılaştırmak için AT endeksi diye bir sepet yapmıştım. Bu sepet için 3 Şubat fiyat kıyaslaması aşağıda Türk Lirası olarak resmediliyor. Avustralya fiyatlarını Türk lirasına çevirirken, döviz kuru olarak 1AUD=22,09TRY kullandım. Gördüğünüz gibi, İstanbul’da et ve hatta pirinç, Brisbane’dan daha pahalı.
Aşağıdaki grafikteki y-ekseni, İstanbul ve Brisbane fiyatları oranını gösteriyor.
Trend (kırmızı çizgi) yükseliyor, yani 5 Temmuz 2024'ten bu yana ortalama Türkiye fiyatları yavaş yavaş ortalama Avustralya fiyatlarına yaklaşıyor.
Indeks o kadar akıllı değil ve bir üründeki aşırı değişme toplam sonucu gereğinden fazla etkileyebiliyor. Mesela bu sene, Türkiye’de kuru soğan çok ucuzlamış.
Kullandığım veri tabanı ve yazılımları github’dan indirebilirsiniz isterseniz.
Question:
DeepSeek Düşünce Zinciri (çeviri):
Tamam, yani çapı 10 mm olan dairesel bir kesite sahip bir konsol kirişin kesit alanını bulmam gerekiyor. Hmm, bir dairenin kesit alanı... Pi ve yarıçapın karesi olan bir şey olduğunu hatırlıyorum. Düşüneyim. Bir dairenin alan formülü A = πr²'dir, değil mi? Evet, bu geometriden tanıdık geliyor.
Ama durun, problem bana yarıçapı değil çapı veriyor. Yani yarıçapın çapın yarısı olduğunu hatırlamalıyım. Çap 10 mm, bu yüzden yarıçap 10 bölü 2, yani 5 mm olur. Anladım. Yani yarıçap r = 5 mm.
Şimdi bunu alan formülüne koyalım. A = π*(5 mm)². Bunu hesaplayayım. 5'in karesi 25'tir, bu yüzden π*25 mm² olur. Yani alan 25π milimetre karedir. Hepsi bu kadar mı? Basit görünüyor.
Bekleyin ama belki birimleri dönüştürmem gerekir? Soru bunu belirtmiyor ama çap milimetre olarak verildiğinden alan milimetre kare olmalı. Metre veya santimetre gibi başka bir birimde istemedikleri sürece, ama sorun bunu belirtmiyor. Muhtemelen mm² olarak bırakmak güvenlidir.
Formülü tekrar kontrol edeyim. Bir dairenin alanı πr²'dir. Evet, yarıçap çapın yarısıdır. Yani çap 10 mm, yarıçap 5 mm. Karesi 25'tir. Pi ile çarpın. 25π mm². Cevap bu olmalı.
Alternatif olarak, pi cinsinden bırakmak yerine sayısal bir değer istiyorlarsa, bunu hesaplayabilirim. Pi yaklaşık olarak 3.1416'dır. Yani 25*3.1416 = 78.54 mm². Ama soruda π mi yoksa sayısal bir yaklaşım mı kullanılacağı belirtilmiyor. Bu bir mühendislik sorusu olduğundan, belki de tam değeri pi cinsinden istiyorlardır. Hmm.
Problem ifadesine geri dönersek: "Kesit alanı nedir?" Belirtmiyor, ancak mühendislik bağlamlarında, özellikle daha fazla hesaplama içinse, bazen kesinlik için pi ile tam terimleri tercih ediyorlar. Ancak bazen ondalık bir sayı istiyorlar. Çap tam sayı olarak verildiğinden, 10 mm, belki 25π mm² kabul edilebilir. Ancak tam olarak belirtmek için, belki ikisini de sunabilirler? Bekleyin, ancak problem tam değeri bekliyor olabilir.
Alternatif olarak, belki cevabı metre gibi standart birimlerde istiyorlar. Ancak 10 mm 0,01 metredir, bu nedenle yarıçap 0,005 metre olur. O zaman alan π*(0,005)^2 = π*0,000025 m² = 25π x 10^-6 m² olur. Ancak bu gereksiz yere karmaşık görünüyor. Soru milimetre cinsinden, bu nedenle belirtilmediği sürece milimetre cinsinden kalın.
Bence burada doğru cevap 25π mm². Bir örnekle kontrol edeyim. Çap 2 mm, yarıçap 1 mm ise, alan π*1²=π mm²'dir. Yani evet, aynı mantık. Yani 10 mm çap, 5 mm yarıçap, alan 25π mm². Bu doğru görünüyor.
Alternatif olarak, belki de soru bir hileli sorudur? Mesela, bir konsol kiriş olduğu için kesit alanı farklı mıdır? Durun, hayır. Kesit alanı, kiriş türünden bağımsız olarak sadece şeklin alanıdır. Konsol, sadece bir ucundan sabitlenerek nasıl desteklendiğine atıfta bulunur. Kesit alanını etkilemez. Yani cevap tamamen geometriye dayanmaktadır.
Bu nedenle, kesit alanının π çarpı yarıçap karesi olduğunu ve bunun da 25π mm² olduğunu güvenle düşünüyorum. Yaklaşık 78,54 mm² gibi sayısal bir değer vermem gerekirse, ancak sorun bunu belirtmediğinden, muhtemelen tam form daha iyidir.
**Son Cevap**
Konsol kirişin kesit alanı \boxed{25\pi} milimetre karedir.
Cevap:
Second question:
DeepSeek Düşünce Zinciri (çeviri) :
Tamam, kullanıcı konsol kirişteki maksimum gerilimi sordu. Konsol kirişler hakkında bildiklerimi hatırlayarak başlayayım. Konsol, bir ucundan sabitlenmiş ve diğer ucundan serbest olan bir kiriştir, değil mi? Serbest uca bir yük uygulandığında, eğilmeye neden olur. Böyle bir durumda maksimum gerilime eğilme gerilimi denir ve bunun σ = (M * y) / I formülü kullanılarak hesaplandığını düşünüyorum, burada M eğilme momenti, y nötr eksenden en dıştaki elyafa olan mesafe ve I kesitin eylemsizlik momentidir.
Bekleyin, ancak kullanıcı kirişin 10 mm çapında dairesel bir kesite sahip olduğundan bahsetti. Bu nedenle, bir daire için doğru eylemsizlik momentini kullandığımdan emin olmam gerekiyor. Dairesel bir kesit için eylemsizlik momenti I = (π * d^4)/64'tür, burada d çaptır. Alternatif olarak, yarıçap 5 mm olduğundan, belki de yarıçap cinsinden ifade edilebilir: I = (π * r^4)/4. Bunu kontrol edeyim. Hmm, hayır, aslında, çap kullanan formül I = π * d^4 / 64'tür ve yarıçap kullanan formül I = π * r^4 / 4'tür. Yani çap 10 mm ise, yarıçap 5 mm'dir. Yani belki burada yarıçap versiyonunu kullanmalıyım.
Ama teyit edelim. Nötr eksen etrafındaki dairesel bir kesit için eylemsizlik momenti, çap kullanıldığında gerçekten de I = (π * d^4)/64'tür. Yani çap verildiği için burada muhtemelen daha güvenlidir. Yani d = 10 mm'yi ikame edersek, I = π * (10)^4 / 64 olur. Bunu hesaplayalım.
Ancak önce eğilme momenti M. Ucunda nokta yükü olan bir konsol kiriş olduğundan, sabit uçtaki eğilme momenti (maksimum momentin oluştuğu yer) M = F * L'dir, burada F kuvvet ve L uzunluktur. Kullanıcı uzunluğun 1 m, yani 1000 mm ve kuvvetin 100 N olduğunu söyledi. Yani M = 100 N * 1000 mm. Bekleyin, ancak buradaki birimlerin tutarlı olması gerekiyor. Metre cinsinden uzunluk 1 m'dir, bu nedenle uzunluğu metreye dönüştürmek daha iyi olabilir. Ancak çap mm cinsindendir. Hmm, belki de tutarlılığı korumak için tüm birimleri metreye dönüştürebiliriz. Alternatif olarak, gerilim Pascal (N/m²) cinsinden olduğundan, tüm birimlerin metre ve Newton cinsinden olduğundan emin olmalıyız.
Bekleyin, adımları açıkça ana hatlarıyla açıklayalım:
1. Eğilme momenti M = F * L'yi hesaplayın. F 100 N, L 1 m'dir. Yani M = 100 N * 1 m = 100 N·m.
2. I / y olan kesit modülü Z'yi hesaplayın. Dairesel bir kesit için kesit modülü Z, Z = (π * d³) / 32 ile verilir. Alternatif olarak, y, nötr eksenden dış elyafa olan mesafe olduğundan, bu da çapın yarısıdır, bu nedenle y = d/2 = 5 mm = 0,005 m. O zaman Z = I / y. Doğrulayayım.
Bekleyin, kesit modülü Z gerçekten de I / y'ye eşittir. Dairesel bir kesit için, I = (π * d^4) / 64 ve y = d/2. Yani Z = (π * d^4 / 64) / (d/2) ) = (π * d^3) / 32. Yani Z = π * d³ / 32. Bu doğru.
Yani belki de burada Z'yi kullanmak daha kolaydır. O zaman maksimum eğilme gerilimi σ = M / Z.
Önce Z'yi hesaplayalım. Çap d 10 mm'dir, yani 0,01 metredir. Yani Z = π * (0,01 m)^3 / 32.
Bunu hesaplayalım: (0,01)^3 = 1e-6 m³, yani Z = π * 1e-6 / 32 ≈ 9,817e-8 m³.
O zaman, M 100 N·m'dir. Yani σ = 100 N·m / 9,817e-8 m³ ≈ 1,0186e9 Pa, yani yaklaşık 1,019 GPa. Bu gerçekten yüksek görünüyor. Bekleyin, ancak çeliğin akma dayanımı yaklaşık 250 MPa'dır, bu nedenle bu gerilim bundan çok daha fazla olacaktır. Belki birimlerde bir hata yaptım.
Bir saniye, belki de birim dönüşümlerini karıştırdım. Tekrar kontrol edelim.
Çap 10 mm, yani 0,01 metre. Yani metre cinsinden, bu doğru. Ancak Z = π * d³ / 32'yi hesaplarken, d metre cinsinden, Z'nin birimi m³ olur. O zaman M, N·m cinsindendir. Yani σ = M / Z, (N·m) / (m³) = N/m² olur, yani Pa. Bu doğru.
Ancak 100 N·m, ~9,8e-8 m³'e bölündüğünde yaklaşık 1,02e9 Pa, yani 1,02 GPa elde edilir. Bu gerçekten çok yüksek görünüyor. Belki de hesaplama adımlarında bir hata yaptım.
Alternatif olarak, belki de kullanıcı cevabı MPa cinsinden bekliyordur, ancak yine de hesaplama doğru görünüyor. Başka bir yaklaşım kullanarak çapraz doğrulama yapayım.
Alternatif olarak, önce eylemsizlik momenti I'yi hesaplayın. I = π * d^4 / 64. Yani d = 10 mm = 0,01 m. Yani I = π * (0,01)^4 / 64. (0,01)^4 = 1e-8 m^4. Yani I = π * 1e-8 / 64 ≈ 4,9087e-10 m^4.
O zaman, y = d/2 = 0,005 m.
Yani σ = (M * y) / I = (100 N·m * 0,005 m) / 4,9087e-10 m^4 = (0,5 N·m²) / 4,9087e-10 m^4 ≈ 1,0186e9 Pa, öncekiyle aynı. Yani aynı sonuç.
Ama bekleyin, belki kullanıcı çapı mm olarak amaçlamıştır, ancak formül metre gerektirir. Alternatif olarak, belki kullanıcı cevabı N/mm² cinsinden bekler, bu da MPa olur. mm cinsinden hesaplamayı deneyeyim.
Hesabı her yerde mm kullanarak tekrar yapalım.
M = F * L = 100 N * 1000 mm = 100.000 N·mm.
I = π * d^4 / 64 = π * (10 mm)^4 / 64 = π * 10000 / 64 mm^4 ≈ π * 156,25 mm^4 ≈ 490,87 mm^4.
y = 5 mm.
σ = (M * y) / I = (100.000 N·mm * 5 mm) / 490,87 mm^4 = (500.000 N·mm²) / 490,87 mm^4 ≈ 1018,6 N/mm².
1 N/mm² = 1 MPa olduğundan, bu 1018,6 MPa'dır ve bu da 1,0186 GPa ile aynıdır. Aynı sonuç. Yani evet, hesaplama doğrudur. Ancak bu stres gerçekten çok yüksektir ve bu da muhtemelen yaygın malzemelerin akma dayanımını aşacaktır. Ancak soru tamamen teoriktir, bu nedenle cevap yalnızca verilen değerlere dayanmaktadır.
Bu nedenle,
İnsan hayret içinde kalıyor bunu okurken. Sonunda nihai cevap şöyle veriliyor.
Answer:
Yazılarınız için teşekkürler. Sayenizde biz de bilgileniyoruz .
Halim'cim hem kanser, hem Deep seek bilgileri için çok teşekkürler. Kanserle ilgili gelecek yazıyı merakla bekleyeceğim. Deepseek'in kendi kendine konuşması da gerçekten çok ilginç. Adeta insan gibi. Şaşırdım
Çin yeni yılı ile ilgili bir açıklama yapayım. Bildiğin gibi ben 15 yıl kadar Japonlarla çalıştım. İlk şantiyemde, Çin yeni yılı başladığında sabah toplantısında onlara sürpriz olsun diye yeni yıllarını kutlayınca bana garip garip baktılar. Durumu anlattım. "O Çinlilerin bayramı, bizimle ilgisi yok" dediler ve güldüler. Zaten ondan sonraki yıllarda da, üstelik bir yılı da Japonya'da geçti, hiç bir zaman böyle bir kutlamaya şahit olmadım.
Oysa Çin yeni yılı için Çinlilerin yeni yıl kutlamalarında 1 ay öncesinden her yer süsleniyor, portakal, mandalina küçük ağaçları satışa çıkıyor, geceleri ve hatta gündüzün belli saatlerinde müzik ve dans grupları tam bir bayram havası yaratıyor. Bunu da 3 yıllık Singapur deneyimimde gördüm. Adeta Brezilya'nın karnavalı gibi.
Oysa Japonya'da ve Japonlarda hiç böyle bir şey görmedim. Belki Japonların asıl dini inancı Şintoizm olduğu için. Zaten yeni nesilin çoğu ateist (buna, benim yaşımdakileri de katabilirim). Onların böyle şeylerle ilgisi yok.
Korelileri bilmiyorum ama Venezuela'da Korelilerle çalıştım, onlarda da buna rastlamadım. Yani sanırım senin konuştuğun Japon, ya farklı bir Budist tapınağına bağlı, ya da Çinlilerle olan yakın bağından dolayı Japonya'da çok eskide kalan bir geleneği uyguluyor.