Şebeke bozuk, nükleer çare olmaz
Pahalı elektriğe çare yedi nükleer santral önerdi Avustralya'da muhalefet. Yanlış teşhise tedavi bence . Başlangıç noktam Avustralya ama Türkiye'yi de ilgilendiriyor
Lütfen abone olun; lütfen paylaşın.
Abonelik bedava. Reklam falan da yok burada. Yani bana para getirmeyecek ama abone olarak şevkimi arttıracaksınız. Manevi desteğinizi esirgemeyin.
İstediğiniz Paylaş opsiyonu yoksa, doğrudan linki kopyalayıp dilediğiniz yere gönderin.
-+-+-+-+
19 Haziran 2024'te Avustralya Muhalefeti lideri Peter Dutton, gelecek seçimi kazanırlarsa, yedi büyük nükleer enerji santralı (NES) kurmayı vaad etti1. Hiç bir özel şirket bu işe yanaşmayacağı için, bu santrallar kamu mülkiyetinde olacak.
Avustralya elektrik dağıtım şebekesini tarif edeyim önce. Türkiye’nin aksine, Avustralya’da tek bir interkonnekte şebeke yok. Bir doğu şebekesi var, bir de Batı şebekesi. Daha büyük olanı, Doğu şebekesi, Ulusal Enerji Pazarı (UEP) olarak adlandırılıyor. UEP toplam kurulu kapasite 55GW. Dutton, yedi yeni NES’in altısını mevcut UEP kömür santrallerinin yerine kurmayı öneriyor. Yeni jeneratörler, selefleri (mevcut kömür santralleri) ile aynı büyüklükte olursa, UEP’ye 10GW'ın üzerinde nükleer enerji giriyor olacak tasarıya göre.
Elektrik sektöründe bir problem olduğu doğru. Ucuz yenilenebilir enerjinin şebekedeki payı arttıkça istikrar ve tedarik güvenilirliği sorunları çıkıyor. Bunlara çare olarak, Dutton, nükleer enerji santrallerinin elektrik fiyat artışlarını sınırlayacağını ve şebeke güvenilirliğini artıracağını söylüyor.
Basında Dutton'un önerisine yönelik eleştiriler, GenCost 2024 ve NetZero olmak üzere iki rapora atıfta bulunarak tamamen maliyetler üzerine oldu. Her iki rapor da nükleer enerjinin alternatiflere kıyasla çok pahalı olduğunu iddia ediyor.
Ben daha temel bir noktaya değineceğim. Öneriyi pahalı kılan şeyin nükleer enerji tercihi olduğunu düşünmüyorum. Dutton nükleer yerine kömür önermiş olsaydı, yine çok pahalı olurdu.
Çünkü teşhis yanlış. Avustralya'daki yüksek elektrik fiyatları yenilenebilir enerjilere bağlanıyor ama bu doğru değil. Yakın tarihli bir IPA Basın Bülteni'nden alıntı yapıyorum: “… gaz, kömür veya nükleer gibi baz yük üretimine dayalı herhangi bir sistem, değişken yenilenebilir enerjiye dayalı bir sistemden her zaman önemli ölçüde daha ucuz olacaktır.” Politik müzakerelerde benzer bir sürü ifadeye rastlanabilir. Bence siyasetin sol cenahından insanlar da bu iddiaya örtük olarak katılıyor ama iklim değişikliğiyle mücadele etmek için katlanmamız gereken bir acı olduğunu savunarak yüksek fiyatları haklı göstermeye çalışıyorlar.
Yenilenebilir payı artarken elektrik fiyatlarının arttığı doğru ama bu yenilenebilir enerji pahalı olduğu için değil. Çünkü, yenilenebilir enerjiler ucuzladıkça sorun daha da kötüleşiyor. Aşağıda elektrik fiyatlarının güneş paneli maliyetleri ile ters orantılı olduğunu göreceğiz. Eğer yüksek elektrik maliyetlerinin müsebbibi yenilenebilir enerjileri suçlamak istiyorsak, ki bir anlamda doğrudur, yenilenebilir elektrik ucuzlarken nasıl yüksek fiyat tetiklediğini izah etmeliyiz. Okumaya devam edin lütfen. Karışık bir konu ama elimden geldiğince basit olarak açıklamaya çalışacağım.
Aşırı yüksek elektrik fiyatlarının ucuz yenilenebilir enerji tarafından tetiklendiği doğru ama bunun böyle olması 1990'larda aldığımız bir karar yüzünden. O zamanlar nerdeyse tüm OECD ülkeleri cümleten elektrik sanayiimizi deregüle etmeye ve özelleştirmeye karar verdik. Bu konuda öncü İngiliz Thatcher hükümetleri oldu. Diğer ülkeler, Avustralya ve Türkiye dahil, uçurumdan aşağı atlayan lemmingler gibi, onun peşinden gittiler.
Tekrar ediyorum, ucuz yenilenebilir enerjinin paradoksal bir şekilde yüksek elektrik fiyatlarını tetiklediği doğru. Ancak öyle olması yenilenebilir enerjinin suçu değil. Bu durum, ucuz yenilenebilir enerjilerin girdiği şebekelerin planlı programlı değil at pazarı müzayedeleri gibi çalışan, elektrik tedariğinin anlık açık artırmalarla belirlendiği yerler olmasından dolayı meydana geldi.
Koalisyon önerisini pahalı kılan şey de nükleer enerjinin maliyeti değildir. Öneride nükleeri kömürle değiştirin, yine pahalı olurdu. Özel sektör bunu zaten biliyor. Bunu nerden biliyoruz. Bankalar, deregüle edilmiş piyasalarda kömürle çalışan bir enerji santrali projesini finanse etmek istemiyor çünkü. Bu tür santraller ucuz yenilenebilir enerjilere karşı artık rekabetçi değil. Dutton da bunun farkında ve bu yüzden yeni yedi jeneratörü hükümetin inşa etmesini istiyor. Ticari şirketlerin zarar edecek yatırıma girmeyeceklerini biliyor.
Yenilenebilir enerjilerle ilgili ikilem şu: bir yandan, parlayan güneş esen rüzgardan gelen elektrik tüm baz yük üretimini saf dışı edecek kadar ucuz; öte yandan, kaynak kesildiğinde ve depolama maliyeti eklendiğinde hepsinden pahalı. Deregüle edilmiş ve rekabetçi bir piyasa bu ikilemi çözemez. Depolama sorunu çözülene kadar da durum böyle kalacaktır. Bu yüzden şebekeler iflas ediyor ve nükleer enerji ilavesi durumu değiştirmeyecek.
Şebekeyi kim bozdu?
1982'de Brisbane'a ilk geldiğimde, bir Devlet Elektrik Kurumu (DEK) vardı. Eyalet hükümetine ait olan kurum, Queensland'deki elektrik arzının planlanması, yatırımı, operasyonları, güvenilirliği ve tarifelerinden sorumluydu. Queensland Üniversitesi Güneş Enerjisi Araştırma Merkezi'ndeki ilk projelerimden birini DEK finanse etti ve bu projede Queensland'in uzak kasabalarında ve çiftliklerinde elektrik üretmek için kullanabilecek alternatif enerji kaynaklarını araştırdım. Bu yıllarda fotovoltaik (PV) paneller henüz bir seçenek değildi çünkü çok pahalıydılar. Bu hatırayı, devlet mülkiyetindeki DEK'in elektrik arzı güvenilirliğini artırmak için alternatifleri araştırmada ne kadar proaktif olduğunu göstermek için aktardım. Diğer eyaletlerde de durum benzerdi.
Thatcher, 1990 yılında İngiltere elektrik sektörünü özelleştirdi. Diğer OECD ülkeleri de onun peşinden gitti. Özelleştirme için ileri sürülen argüman, özel şirketlerin daha verimli olacağı ve bunun daha ucuz elektrikle sonuçlanacağıydı. Devlet mülkündeki şirketlerin mali zorlukları da başka bir argüman olarak öne sürüldü.
Özelleştirmeye yavaş başlandı ama deregülasyon bir gecede geldi. İlk başta, Queensland'deki elektrik fiyatları nispeten istikrarlı kaldı. 1990'ların sonları ve 2000'lerin başlarında mütevazi artışlar oldu ama esas 2007-2008 civarında fiyatlar hızla artmaya başladı. En keskin artışlar 2007 ile 2015 yılları arasında gerçekleşti. 2015'ten sonra fiyat artış hızı yavaşladı.
Bu vaziyeti Katharina Buchholz’un hazırladığı şu grafikte görebili-yorsunuz:
Grafikte görüldüğü gibi, otuz senede Avutralya elektrik fiyatları neredeyse beş kat arttı. Oysa ki aynı süre zarfında Avustralya’da TÜFE (Tüketici Fiyat Endeksi) sadece iki kat yükselmişti. Elektrik fiyatlarındaki bu olağanüstü artıştan, özelleştirme peygamberleri başta biraz mahcubiyet hissetmiş olmalılar ki durumu bu artışlar geçici, değişiklikler sisteme nüfuz ettikçe fiyatlar düşecek diye izaha çalıştılar. Bu da olmayınca fiyatlar hakkında konuşmayı tamamen bıraktılar. Günümüz ekonomistleri elektrik sektör rekabet gücünü, ilginç bir şekilde, elektrik fiyatıyla ilgisi olmayan bir “verimlilik” parametresi üzerinden tanımlıyorlar. Daha da ilginç olanı (Çin atasözü bağlamında ilginç), şebeke özelleştirmesi ve deregülasyon politikaları Batı dünyasında oy birliği ile getirildi. Ekonomistler hiç bir konuda anlaşamazlar, bu konuda anlaştılar.
Nasıl oldu da bir nesilin hemen hemen tüm iktisatçıları bu kadar vahim bir hataya ortak oldular? Bir kısmının açgözlülük ya da finans sektöründe komisyon beklentileri olduğuna eminim. Ancak mutafakat yalnızca açgözlülükle açıklanamaz. Belki o günkü şartlarda, deregülasyon ve özelleştirme doğru bir karardı ama teknolojik değişim hızı şartları değiştirdi. O zamanlar hiç kimse güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının bu kadar hızlı bir şekilde rekabetçi hale geleceğini ve mevcut üretim işini alt üst edeceğini öngörememişti.
1980'lerde üretim teknolojileri üç seçenekle sınırlıydı: kömür, nükleer ve varsa hidroelektrik. O zamanlar pek fazla gaz yoktu ve çok az güneş ve rüzgar vardı. Eğer bu seçenekler aynı kalsaydı, özelleştirmenin etkisi muhtemelen sınırlı ve zararsız olacaktı. Fiyatlar belki biraz düşebilirdi bile (ama bundan şüpheliyim). Ancak teknolojik değişim öngörülemez olduğu kadar amansız da oldu. Güneş ve rüzgar enerjisinin maliyeti 2000'li yıllarda büyük ölçüde düşmeye başladı. Şekil 3'te güneş paneli fiyatlarındaki düşüş görülüyor. Rüzgâr da bundan pek farklı değil.
Şimdi Şekil 2 ve 3'ü karşılaştıralım. Şekil 2, 2007 yılı civarında elektrik fiyatlarının keskin bir şekilde artmaya başladığını gösteriyor. Şekil 3 ise, hemen hemen aynı sıralarda, güneş paneli fiyatlarının keskin bir şekilde düşmeye başladığını gösteriyor. Korelasyon bir tesadüf değil. Güneş enerjisi geleneksel üretim yöntemleriyle rekabet edebilir hale gelince elektrik sektörünün doğası değişti. Sonuçlar özelleştirilmiş şebekelerden elektrik satın alanlar için felaket oldu. Bunun neden böyle olduğunu anlamak için özelleştirilmiş bir şebekede fiyatların nasıl belirlendiğini incelememiz gerekiyor.
Düzensizleştirilmiş bir şebekede, elektrik üreticileri piyasaya kendilerine uygun fiyatlarla elektrik tedarik etmeyi taahhüt ederek teklif verirler. Piyasa düzenleyicisi en düşük tekliflerden başlayarak teklifleri kabul eder ve talep karşılanıncaya kadar sırayla yükselerek daha yüksek tekliflerle devam eder. Sıra bazı tekliflere gelmeden talep karşılanırsa, o yüksek teklifleri yapan santralların elektrik arzları ellerinde kalır. Elektriği satın alınan herkese, en düşük fiyatla teklif verene bile, o saat için kabul edilen en yüksek teklife eşit fiyattan ödeme yapılır.
Bunun varacağı sonuçları tahmin edebilirsiniz ama ben yine de açıklayayım. Güneş panellerinin maliyeti azaldıkça daha fazla PV tesisi inşa edilir. Bir kere santral kurulduktan sonra, marjinal güneş enerjisi üretim maliyeti sıfırdır. İyi bir günde, bir güneş PV tesisi her zaman en düşük fiyatı teklif eder. Piyasa düzenleyicisin önce ucuz güneş enerjisi arzını kullanır ve ancak ve ancak güneş ve rüzgâr talebi karşılayamadığı takdirde kömür yakıtlı enerji üretimini devreye sokar. Sonuç olarak, güneş varsa kömür yakıtlı termik santral kapasitesinin yalnızca bir kısmı kullanılır.
Aynen de böyle oldu. Güneş ve rüzgar jeneratörlerine marjinal üretim maliyetlerinin çok üzerinde yapılan ödemeler onları daha karlı hale getirdi ve bu karı paylaşmak için daha fazla güneş ve rüzgar santrali inşa edildi. Fosil yakıtlı jeneratör kapasitesinin kullanımdaki payı giderek küçüldü. Mevcut kömürle çalışan ve gazla çalışan jeneratörler giderek daha az rekabetçi hale geldi. Fiyat tekliflerini artırmak zorunda kalıyordular. Bu, güneş ve rüzgar jeneratörlerinin gelirini daha da artırıyordu.
-+-+-+-+
Özetle, şebeke özelleştirme girişimi 1980'lerde Birleşik Krallık'ta göreceli teknolojik istikrarın olduğu bir ortamda tasarlanmıştı. Güneş ve rüzgar gibi sıfır marjinal maliyetli teknolojilerin ortaya çıkışı ile başlangıçtaki paradigma değişince curcuna koptu. Bazı üreticiler artık zar zor hayatta kalabilirken, bazıları ise fahiş karlar elde etmeye başladılar. Piyasa düzenleyicileri, mevcut yönetmelikleri sürekli olarak ince ayar edip ve yenilerini yayınlayarak durumu kontrol etmeye çalışıyorlar ama bu sürdürülebilir bir durum değil.
Son olarak, entegrasyonun tek başına her derde deva olmadığını itiraf etmeliyim. Entegre şebekeler bile hızlı teknolojik değişimle baş etmekte zorlanıyor. Mesela geçen hafta Çin'de belirli günlerde ciddi miktarda fazlalık olduğunu ama yeterli depolama tesisi olmadığı için bu fazlalığın ziyan edildiğini okudum. Çin şimdi, arzın yüksek ancak talebin düşük olduğu dönemlerde enerji fiyatlarını düşürmek de dahil olmak üzere, şebeke üzerindeki baskıyı azaltmanın yollarını düşünüyor. Kamuya ait entegre bir şebekede bile sürekli ayarlama yapılması gerekiyor yani, ancak benim söylemek istediğim, böyle bir ayarlamanın o şartlarda düşünülebilir ve mümkün olduğudur. Avustralya'da ve 1980'lerin Thatcher’ci politikalarını uygulayan Türkiye dahil Batılı ülkelerin çoğunda, mevcut koşullar altında, ince ayar kisvesi altında yaptığımız tek şey mehter marşı gibi bir ileri bir geridir.
Sonuç
Avustralya’da muhalefetin yedi nükleer elektrik santral (NES) kurma önerisi, yukarıda anlatmaya çalıştığım nedenlerle, çare değil. Hükümet, zorla nükleer santral dağıtımına öncelik vermek için tüm ucuz elektriği yasaklama karar vermediği sürece, nükleer santrallerin kapasite faktörü düşük olacak ve zarar edecekler. Hükümetler böyle büyük zararları sürekli göğüsleyemezler ve cayacaklar.
Yedi nükleer santral yerine yedi kömürlü termik santral inşa edilse durum aynı olur. Elektrik fiyatları açık arttırmayla belirlendiğinde, sıfır marjinal maliyetli yenilenebilir enerji jeneratörleri her zaman yakıt yakan jeneratörlere karşı galip gelecektir. Ne yazık ki şu anda depolamanın pahalı olması nedeniyle güneş ve/veya rüzgarın mevcut olmadığı durumlarda elektrik üretmek için fosil yakıtlı üretime mecburuz. Bu zorlu bir ikilem. Kuşkusuz, ister mekanik (basınçlı hava veya hidro), ister kimyasal (hidrojen gibi) veya elektrokimyasal (piller gibi) olsun, ucuz depolama geliştirdiğimizde bu ikilem ortadan kalkacak. Ancak o zamana kadar elektrik maliyetini en aza indirecek şekilde üretim tekliflerimizi optimize edebilmemiz gerekiyor. Benim tezim, piyasa odaklı bir sistemde böyle bir optimizasyonun mümkün olmadığı.
Eğer politikacılar gerçekten elektrik fiyatlarını düşürmek istiyorlarsa, 1980'lerdeki merkezi planlı dikey entegrasyona, en azından depolama maliyetleri düşene kadar bir süreliğine, geri dönmenin bir yolunu bulmalılar. Ucuz mevsimsel depolamaya sahip olduğumuzda, rekabetçi olmayan fosil yakıtlı veya nükleer santrallere gerek kalmayacak. O zaman şebekeye rekabeti yeniden getirebiliriz çünkü o zaman teknoloji seçimleri, 1980'lerdekinden tamamen farklı bir teknoloji karışımına sahip olmasına rağmen yeniden nispeten istikrarlı hale gelecektir.
Anti tez
Bu konuları benden daha iyi bilen insanlar, nedense bu konuyu hiç ele almamayı tercih ediyorlar. Mesela Net Zero Australia: Melbourne Üniversitesi, Queensland Üniversitesi, Princeton Üniversitesi ve uluslararası yönetim danışmanlığı Nous Group arasında ortak bir çalışma. 2021'de başlatılan çalışma, Avustralya'nın net sıfır emisyona nasıl ulaşabileceğini araştırdı. 19 Nisan 2023'te yayınlanan nihai modelleme sonuçları, olası senaryoların ayrıntılı bir dökümünü sunuyor. Şebeke bahsi yok. Açıkçası, bu senaryoların tamamının mevcut elektrik şebeke yapımızda yapılabileceğine inanıyorlar. Ben aynı fikirde değilim.
References
Paul, S., & Shankar, S. (2022). Regulatory reforms and the efficiency and productivity growth in electricity generation in OECD countries. Energy Economics, 108, 105888.
Kısa kısa
-+-+-+-+
Geleceğin nükleer santral tipi Natrium mu?
Georgia Power Vogtl 3, ABD’de 1990’dan beri kurulan ilk nükleer ünite idi ve geçen yıl üretime başlamıştı. Vogtl 4 ünitesi de bu yıl Nisan sonu devreye girdi. Vogtl ünitelerinin inşa kararı 2005 yılında verilmişti. Tamamlanmaları 19 yıl sürdü yani. İkisi de PWR (basınçlı su reaktörü) teknolojisi kulanıyor ve bu teknolojinin Batı dünyasındaki son örnekleri olabilirler.
Şu anda Wyoming'de denenmekte olan yeni bir teknolojinin, yenilenebilir enerjinin payının yükseldiği şebekeler için, PWR'den çok daha uygun olduğunu düşünüyorum. Natrium denilen bu reaktör tipi, Bill Gates ve arkadaşlarının finanse ettiği TerraPower tarafından yürütülüyor. Şu anda Wyoming'in Lincoln County bölgesinde bir pilot santral inşa ediliyor. Bu santralin nükleer kısmı, 500°C'de 840 megawatt ısı üreten sodyum soğutmalı bir hızlı reaktör olacak. Reaktör ısısı erimiş tuzda depolanacak. Elektrik, depolanan ısıyı kullanan geleneksel bir buhar turbo jeneratörü tarafından üretiliyor.
Yani reaktör üretimi ile şebeke talebi arasında bir bağlantı yok. Talep sıfır bile olsa, ısıtacak tuz olduğu sürece, reaktör çalışıp ısı üretmeye ve depolamaya devam edecek. Jeneratör normal kapasite 345 MWe ama gerektiği halde, beş buçuk saat için, depolanmış ısıyı kullanarak 500 MW’a kadar elektrik üretebilir. Şirket prospektüsüne göre santral hayatı 80 sene imiş.
Turbojeneratör erimiş tuz tankındaki ısıyla çalıştırıldığından, çıktısı şebeke talebini takip edecek şekilde kolaylıkla değiştirilebilir. Bu, tamamen dispatchable2 bir güç jeneratörü olduğu anlamına gelir.
Dispatchable Natrium tesisleri, şebeke içi çok yüksek yenilenebilir paylarında bile şebekeye istikrar sağlama rolünü üstlenebilir. Maliyet açısından en iyi seçenek mi olur? Bilmiyorum. Kapasite faktörleri bu yazının ilk bölümünde özetlenen nedenlerden dolayı düşük olacaktır. Yine de, ucuz ve belirsiz süreli depolama teknolojileri kullanıma girene dek ara dönemde, devlet sübvansiyonları ile bunları kullanımda görebileceğimizi düşünüyorum.
Her ne kadar şirket literatüründe bundan bahsedilmese de, bir Natrium tesisi ilginç seçeneklerle genişletilebilir. Örneğin, Şekil 4'teki erimiş tuz tankına, konsantre bir güneş termal alanı veya hatta talep fazlası elektriği kullanan resistörler vasıtası ile ısı eklenebilir. Bu seçenekler elbette uzun vadeli (mesela mevsimlik) güvenilirlik sağlamaz; bunun için aşağıda çizdiğim gibi hâlâ nükleer adaya ihtiyaç olacaktır:
Yani, yukarıda yazdığım her şeye rağmen nükleer santral inşa edilecekse, bunun Natrium plus olmasında yarar var.
-+-+-+-+
Dünyanın en uzun UHVDC hattı Çin’de
Power, 26 Haziran 2024, Aaron Larson
Xinjiang eyaletinde başlayıp, Gansu, Ningxia, Shaanxi, ve Henan eyaletlerinden geçerek Anhui’de biten 3305 km uzunluğundaki yüksek gerilimli hat (1100-kV DC) 12 GW taşıyor. Yeni değil aslında ama geçen ay Hollanda’nın Rotterdam şehrindeki 26. Dünya Enerji Kongresine Çin Kamu Şebeke Kurumu (ÇKŞK, ingilizce ile State Grid Corporation of China ya da SGCC) tarafından verilen bir tebliğ ile yeniden gündeme geldi.
ÇKŞK, bunun "dünyanın en yüksek voltaj, en büyük iletim kapasitesi ve en uzak mesafeli ultra yüksek voltajlı hat projesi" olduğunu söylüyor. NS Energy sitesi, inşaatına Ocak 2016'da başlanıp Aralık 2018'de tamamlanan transmisyon hattının maliyetinin 4,7 milyar £ (5,9 milyar $) olduğunu yazmış. Maliyeti uzunluğa bölünce, 12 GW lik bir hattın Çin’deki maliyetinin 1,8 milyon $/km'ye karşılık geldiğiortaya çıkıyor. Yukarıda bahsettiğim NetZero çalışmasında, borularla hidrojen enerji taşımanın elektrik taşımaktan daha ucuz olduğu kabul ediliyordu. Oradaki transmisyon hattı maliyet varsayımlarının ne olduğunu bulamadım. Boru hattı hidrojeninin 12 GW iletim yapan 1,8 milyon dolar/km ile rekabet edebileceğinden şüpheliyim.
-+-+-+-+
Karbon Emen Konteyner
Kaliforniyalı bir şirket, ABD'de seri üretime yönelik ilk doğrudan hava yakalama (direct air capture) sistemini tanıttı: yılda 500 ton CO₂'yi havadan çekebilecek makine bir nakliye konteyneri boyutunda.
IPCC, ortalama sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlamak için her yıl en az altı milyar ton CO2'nin havadan ayrıştırılması gerektiğini söylüyor. Bu miktar için, yukarıda belirtilen konteyner büyüklüğündeki CO2 çıkarıcılardan 12 milyon adet gerekecek. Sanmıyorum. CO2 atmosfere girdikten sonra geri çekmenin külfetine örnek olsun diye bu haberi buraya ekledim..
-+-+-+-+
"Tyranny of Distance" Avustralya için artık mazeret değil
Geoffrey Blainey, bu ‘Tyranny of Distance’ yani ‘Mesafe Zalimliği’ ifadesini 1966 yılında yazdığı "Mesafe Zalimliği: Mesafe Avustralya'nın Tarihini Nasıl Şekillendirdi?" adlı kitabında tanıttı. Blainey bu terimi, Avrupa ve ABD’ye coğrafi uzaklığın Avustralya'nın tarihsel gelişimini, ekonomik yapısını ve kültürel kimliğini nasıl önemli ölçüde etkilediğini araştırmak ve açıklamak için kullandı.
Noah Smith'in kısa süre önce yazdığı bir Substack gönderisi bana, Avustralya'nın ulus olarak yaptığı sosyal ve ekonomik tercihler için artık "Mesafe Zalimliği"ni suçlayamayacağını gösteriyor. Çünkü dünyanın merkezi Avustralya’ya yaklaştı. Aşağıdaki haritaya bakın:
Bölge bir bütün olarak insanlığın üçte birini barındırıyor. SASEA'da Afrika'dan, Doğu Asya'dan (Güneydoğu Asya hariç) veya Batı yarımkürenin tamamından çok daha fazla insan yaşıyor. Hindistan hariç nüfus bile tüm Batı yarımküreden daha kalabalık. Üstelik, bölgedeki nüfus hâlâ nispeten genç ve ekonomiler büyümeye devam ediyor. Henüz zenginliğe yakın olmasalar da hepsi Dünya Bankası'nın "düşük gelirli" kategorisinden kurtuldu:
Avustralya son on yılda Hindistan ile ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor. Bölgedeki diğer ülkelerle de aynısını ve daha fazlasını yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Mesela, Endonezya da yükselen bir ekonomi. Aynı zamanda büyük bir nüfusa sahip ve Hindistan'ın aksine önemli doğal kaynakları var. Örneğin Endonezya, elektrikli araç aküsü üretimi için hayati bir hammadde olan nikelde dünya toplamının neredeyse yarısını üretiyor ve 2020'de cevher ihracatını yasaklayarak yabancı şirketleri ülkedeki fabrikalara yatırım yapmaya zorladı..
-+-+-+-+
Hap robot kanser teşhisinde kullanılacak
Antep fıstığı büyüklüğünde bir robot: hap gibi yutuyorsunuz, barsaklarınızın filmini seçiyor, yani endoskopi yapıyor. Küçük kanatçıklarla hareketi dışarıdan kontrol edilebilen PillBot, ağızdan mideye sokulan tüpler borular olmadan gastrointestinal sistemin görüntülerini kaydedip doktorlara gönderebiliyor. İmalatçı firma, klinik denemeleri başlayan robotun, çoğu zaman endoskopi personeli ve tesis yetersizliği nedeniyle gözden kaçan mide kanserleri teşhisinde yardımcı olacağını umuyor. İlk modeller manuel olarak kontrol edilirken, gelecek otonom modeller hastanın kendi kendisini test yapmasına imkan verebilirmiş.
You Tube
-+-+-+-+ Geçen hafta 4 Temmuz'un yani ABD Bağımsızlık Günü'nün haftasıydı. Haftanın mana ve ehemmiyetine binaen her ikisi de ABD’nin içinde olduğu durumun vahametine değinen iki YouTube videom var.
Bunlardan ilki İngiliz tarihçi Niall Ferguson'dan. Bugünkü ABD'yi 1970'lerdeki SSCB'ye benzetiyor. SSCB'nin iktidar tekeline sahip bir partisi vardı, ABD'nin ise ikilisi var. Tepedeki gerontokrasi ve halktaki umutsuzluk gibi pek çok benzerlik daha var. Ferguson'un söylediklerinin hepsine katılmıyorum. Ancak ABD siyasi sisteminin çözüm geliştirmedeki başarısızlığı ve bunun sonucunda halkta ortaya çıkan umutsuzluğun Trump gibi popülistlerin yükselişine yol açtığı konusunda haklı olduğunu düşünüyorum..
İkinci video ise Çinli bir akademisyene ait. ABD ile Tang Hanedanlığı arasında paralellikler kuruyor. Tang Hanedanlığı, yedinci yüzyılın başından başlayarak üç yüz yıl sürdü. Bu dönem Çin'in altın çağı olarak kabul edilir. Video, Tang hanedanı çöküş nedenleri ile şimdiki ABD arasındaki iki benzerliği tespit etmiş:
Hazinenin devlet kontrolünden çıkması ve halkın çoğunluğu yoksullaşırken az sayıda kişinin çok zengin olmasına yönelik para politikaları; ve
Silahlı Kuvvetler ile ile mali ve finans sektörlerinin iç içe girmesi.
İlginç bir video.
İki videoyu da altyazılı olarak 1.5x hızda izlemenizi öneririm.
Günlük
-+-+-+-+
Torunların Oyun Odası
Mini skip alındığında neredeyse ağzına kadar doluydu.
Artık Eleanor için bir oyun odamız var. Bu bir Meliz projesiydi ve ben başta şüpheciydim ama sonuçtan çok memnunum. İşte bazı fotoğraflar:
Eleanor’un mutfağı. Burada bize ‘omlet’ yapıyor aynı benim ona sahicisini yaptığım gibi:
Raflarda kitapları. Şu anda, ‘Spot’ kitaplarını çok seviyor, tekrar tekrar okutuyor.:
Aileler halinde küçük insanlar ve onların minyatür mobilyaları var böyle. Kütüphanenin alt raflarında sergiledik:
Çadırı bile var, bazen mağara da diyor. Kapısında bir tane zürafa nöbet bekliyor.
Doğum Günü Hediyem
-+-+-+-+
Çocukken, İki Çocuğun Devrialemi diye cilt cilt kitaplarım vardı. 1912 senesinde Fransızca yayınlanmış bu dizide, o zamanlar büyük bir icat olan motosiklet kullanarak dünyayı dolaşan iki gencin maceraları on ciltte anlatılıyordu. On cildin tamamını defalarca okuduğumu ve her seferinde de dünyanın dört bir yanında başlarına gelen olaylardan etkilendiğimi hatırlıyorum. Nedense, birkaç ay önce bu kitabı hatırladım ve hâlâ basılıyorsa bir kopyasını satın almanın ne kadar harika olacağını düşündüm. İlk akla gelen birkaç yerde aradım ama bulamadım. Laf arasında Taylan'a da bahsetmiş olmalıyım. Hatırlamış ve doğum günüm için onuncu cildin bir kopyasını bulmayı başarmış. Elbette kullanılmış kitap ama yepyeni durumda. 2012 yılında basılmış, bu da kitabın yirmi sene öncesinde bile Türkiye'de hâlâ popüler olduğu anlamına geliyor.
Jano ve Yanik’in maceralarının nasıl son bulduğunu okurken, çocukluk günlerine döndüm..
Brisbane traşı
-+-+-+-+
Bazı okuyucular Brisbane'deki berber arkadaşım Eddie'yi hatırlayacaktır. Geçen yazımdan Beşiktaş'taki saç traşımı da hatırlarsınız. Eddie'ye Mevlüt'ün saç kesimini anlattım. Pek beğenmedi sanıyorum ama bir profesyonel olarak anlattığım şeyi denedi ve yaptı. Evde Meliz'den fotoğraf çekmesini istedim:
Pascal Hagi
-+-+-+-+
Pascal kaçmadan önce (bir ay kaçmıştı hatırlarsınız) bizimle yaşayan tek lorikeet oydu. Hagi o zamanlar Meliz'in annesi ileydi. Geçen yılın Mart ayında ofisimin önündeki bahçeye büyük bir kuşhane yaptırdık, biliyorsunuz, ve o zamandan beri Pascal ve Hagi bizimle yaşıyor.
Hagi'nin sürekli varlığı Pascal'ın psikolojisini etkiledi. Masamda çalışırken Pascal omzuma tünerdi eskiden ama artık bu mümkün değil. Pascal omzuma uçunca Hagi de geliyor ve Pascal buna sinirleniyor. Hagi'yi şımartıyorum diye bana kabahat bulup ısırıyor. Bu bir sevgi ısırığı değil. Pascal ısırdığında kanatıyor. Hagi ise hiç ısırmaz. Neyse, beni paylaşmayı öğrenmelerini sağlamaya çalışıyorum. İşte aşağıdaki fotoğraf nasıl çabaladığımı gösteriyor:
Okuduklarım
Geçen hafta Herman Hesse'nin Cam Boncuk Oyununu okudum. Kırk yıl kadar önce okumuştum ama çoğunu unutmuştum. Hesse’nin 1946'da Nobel ödülünü kazanmasında Cam Boncuk Oyununun önemli bir etkisi olduğu söylenir.
Hikaye, belirsiz bir gelecek yüzyılda, bugünden çok daha istikrarlı ve barışçıl bir çağda geçiyor. Bu istikrarın içinde Kastalya adında bir ülke var ve bu ülkenin sakinleri hepsi yüksek eğitimli aydınlar. Genellikle, dünyanın geri kalanıyla ilgisiz ve kimseye pek faydası olmayan entelektüel uğraşların peşindeler; örneğin 16. yüzyılın koro kompozisyonlarında Si bemol minör yükselişinin gelişimi falan gibi projelerle geçiriyorlar vakitlerini. Kastalya'da entelektüel yaşamın doruklarından biri Cam Boncuk Oyunu turnuvaları. Oyunun kuralları kitapta hiçbir zaman tam olarak açıklanmasa da, oyuncular dünyanın tüm bilgi haznesine hakimiyetlerini kullanarak birbirleriyle yarışıyor gibi görünüyor. Nasıl ki müziğin kendine has bir dili varsa, nota ve çizgilerle, bu oyunun da kendine ait bir dili var. Dünyadaki tüm bilgiler bu dilde ifade edilebiliniyormuş. Bu anlamda, bana dünyanın bilgisini milyarlarca parametreli modellerinde sunma iddiasını taşıyan günümüzün Büyük Dil Modellerini hatırlattı.
Rivayete göre Hesse bu kitabı şaka olsun diye yazmış. Bu, Thomas Manne'ın kendisine yazdığı mektubunda da kabul ediliyor; burada Manne, Hesse'yi çoğu okuyucunun muhtemelen şakayı anlamayacağını ve ciddiye alacağını söyleyerek uyarıyor.
Hikaye, genç bir çocukken Kastalya sistemine giren ve bu sistemde yükselerek Boncuk Oyununun Büyük Üstadı olan Joseph Knecht'in hikayesini konu alıyor. Bu süreçte, Knecht, çoğu Kastalyalı'nın dünyayı ne kadar az tanıdığının, Kastalya'nın çevre ulusların iyi niyetine ne kadar fazla bağımlı olduğunun farkına varır. Bu onu rahatsız etmeye başlar.
Çok fazla öyle sürekleyici bir olay örgüsü yok. Daha çok Joseph Knecht'in Kastalya'daki hayatı boyunca karşılaştığı bir dizi felsefi karşılaşma ve uyanıştır.
Bazı ilginç gözlemler:
Castalia'nın tamamı erkek. Wikipedia, Herman Hesse'nin bu kitabı 1931-1943 yılları arasında yazdığını söylüyor. O dönemde Alman üniversitelerindeki cinsiyet dengesini bilmiyorum ama hepsi de erkek akademisyen miydi acaba? O zaman bile Hesse'nin gelecek için daha aydınlanmış bir dünya hayal etmesini beklerdim. Belki bu şakanın benim kaçırdığım bir parçasıdır.
Modern bir üniversite bölümünün misyon beyanı olabilecek bir metni sayfa 267'den aktarıyorum: "Konunuza en üst düzeyde hakim olun ve diğer tüm disiplinlerle bağlarınızı ebediyen tanıyarak konunuzu canlı ve esnek tutun." Ne yazık ki, bildiğim çoğu üniversitede misyonun ikinci kısmı çoğunlukla göz ardı ediliyor. Hesse'nin Kastalya'sında Cam Boncuk Oyunu disiplinler arasındaki bu bağlantıyı sağlıyor. Bugün LLM (veya daha geliştikçe LLM lerin dönüşecekleri şeyler) organik olarak aynı bağlantıyı sağlayacak diye umuyorum.
Hesse, gelecek teknolojileri tahmin etmeye bile çalışmamış. Örneğin en gelişmiş iletişim teknolojisi radyo. Telefonun bile bahsi geçmiyor.
İlginç bir kitap ve bazı kısımlarını eğlenceli buldum. Ancak itiraf etmeliyim ki, bu ikinci okumadan beklediğim kadar hazzetmedim çünkü çok daha fazlasını bekliyordum. İlk okuyuşumdan beri çok zaman geçti ama kitabın içeriğini hatırlamasam da o dönemde çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Bunun nedeni kısmen konunun bir “olgunlaşma” hikayesi olması olabilir. Joseph Knecht oldukça idealist bir genç olarak başlıyor. İdealizmin gerçeklik karşısında nasıl köreldiğini anlıyor. İnsanın hayatta vermesi gereken tavizleri öğrenirken nasıl sinik olmaktan kaçınmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Sanırım kitabı ilk okuduğumda yaşıtım tüm gençler gibi benim de kısmen idealist bir dünya görüşüm vardı ve Knecht'in uğraşları benim için orijinal ve ilginçti. Ne yazık ki yaşlandıkça gençliğin naifliğinin bir kısmını kaybedersiniz. Knecht'in bazı düşüncelerinin artık benim için muhtemelen kırk yıl önceki kadar yeni ve ilginç olmamasının nedeni bu olabilir. Öte yandan, kitap belki dünyanın o yıllarına daha uygundu. Yani 1960-1980 döneminin Hesse için zeitgeist olarak daha iyi bir dönem idi. Son zamanlarda Hesse'yi okuyan gençlerin (40 yaşın altındaki) yorumlarını merak ederim.
AT endeksi
Türkiye ve Avustralya fiyatlarını karşılaştıracağım yeni bir bölüme başlıyorum. Türkiye fiyatları Migros Online'dan, Avustralya fiyatları ise Coles Online'dan. Sepetteki ürünler şunlar:
Muz (Türkiye'de yerli muz, Avustralya'da Coles’da satılan muz)
Kuru Soğan
Dana Kıyma (Türkiye'de Migros Dana, Avustralya'da Coles Regular Mince)
Süt (Tam krema. Türkiye'de Pınar, Avustralya'da Norco 2 L'lik şişe)
Yumurta (Türkiye'de Migros 15'li paket, Avustralya'da Coles free range 12'li paket)
Pirinç (Türkiye'de Migros Baldo pirinci, Avustralya'da Coles Long Grain)
Petrol (Türkiye için FXempire web sayfası, Avustralya’da RACQ Fair Fuel Finder Sunnybank fiyatları)
Sepetteki ürünlerin 5 Temmuz 2024 tarihli Türk lirası fiyatları aşağıdadır. Dönüşüm oranı 1AUD=22,06TRY
AT (Avustralya Türkiye) endeksini tek tek ürün fiyatlarını toplayıp sepetteki ürün sayısı ile (yani 7 ile) bölerek hesaplıyorum.
AT endeksi, 5 Temmuz 2024 = 1.67.
Dutton’ın önerdiği nükleer santraller mevcut kömür santrallerinin yerine kurulacakç. Onlar da şunlar:
Türkçesini bilmediğim teknik kelimeleri, ingilizce olarak yazıyorum. Türkçe teknik literatüründe karşılıklarını bilen okurlardan yardım umudu ile.
Halim'cim eline sağlık, yine nekadar farklı ama güzel şeyler anlatmışsın.
NES konusu çok aydınlatıcı.
Eleanor'un odası harika.
Tıraşını ben de çok beğendim.
Sevgiler.