Yankı Odalarının Ötesinde: Toplumsal Huzursuzluğa Daha Derinden Bakış
Sosyal Medyanın pek çok kusuru var ama Amerika, İngiltere ve diğer bazı gelişmiş ülkelerdeki huzursuzluğun daha başka ve daha temel nedenleri var.
Lütfen abone olun; lütfen paylaşın.
İstediğiniz Paylaş opsiyonu yoksa, doğrudan linki kopyalayıp dilediğiniz yere gönderin.
-+-+-+-+
Bir önceki postaya, aşırı bilgi yüklemesi hakkında yazma niyetiyle başlamıştım ama sonra konu saptı. Başlarken aklımda net bir yol olmadığında böyle oluyor. Kelimeler kendi yollarını çiziyor, ve ben onları takip ediyorum.
O zamanki başlangıç noktam, Gurwinder'in şeker ve bilgi analojisiydi. Bu şirin ve muhtemelen doğru bir analoji ama Batı toplumlarının ve dünyanın diğer bazı bölgelerinin karşı karşıya olduğu rahatsızlığı açıklamaya yetmiyor.
Günümüzün dijital odaklı dünyasında, sosyal medyanın siyasi ve sosyal söylem şekillendirme rolü sık tartışılıyor. Pek çok kişi ABD ve İngiltere gibi ülkelerdeki parça parça toplum görünümünün sorumlusu olarak bu platformları görüyor. Ama sorun bence çevrimiçi sosyal medya etkileşim alanlarının ötesine uzanıyor.
Toplumsal huzursuzluğun tamamını sosyal medyanın yankı odalarına atfederseniz, geniş ve derin nedenleri olan bir olguyu aşırı basitleştirip önemsizleştirmiş olursunuz.
Sosyal medya algoritmalarının tek amacı var: kullanıcıların ekran başı zamanını arttırmak. Ne yazık ki bunu becermeye çalışırken oluşturdukları yankı odalarında, kullanıcılar kendi inançlarının yansımaları ve karşıt bakış açılarının çarpıtılmış versiyonları döngüsüne mahkum kalıyor. Ancak toplumsal huzursuzluğun tamamını bu yankı odalarına atfetmek, çok daha geniş ve derin nedenleri olan bir olgunun aşırı basitleştirilmesi olacaktır.
Avustralya ve Yeni Zelanda gibi örnekler, sosyal medyanın varsayılan yıpratıcı etkilerine karşı göreceli bağışıklık sahibi benzer sosyal yapıların var olabileceğini gösteriyor. Böyle farklılıkların olması bana ABD ve UK’deki kargaşanın daha derin bir nedeni olduğunu kanıtlıyor. Bu esas neden, bence, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki devrim niteliğindeki hızlı ilerlemelerin tetiklediği aşağıdaki dört temel sonuç arasındaki karmaşık etkileşim:
Bilgi bombardımanı,
Sınai üretimin küresel olarak yeniden tanzimi,
Orta sınıf istikrarındaki erozyon, ve
Yönetici seçkinler arasındaki toplumsal sözleşmede çatlaklar,
Bunlar olmazsa olmaz ve biri ya da bir kaçının bulunmadığı hallerde, sosyal medyanın siyaset üzerindeki bölücü etkisi önemli ölçüde azalacaktır.
Teker teker ele alalım bu unsurları.
Bilgi bombardımanı
Çok fazla bilgi bombardımanına tutulduğumuz doğru. Fazla bilgi kötü bir şey mi? Benim rahatsızlığım, haddinden fazla ve çelişen bilgi varsa, doğru bilgiyi bulmanın daha zor hale gelmesi.
Bir çoğumuz gerçeğe susamışken aradığımız gerçek, alakasız gevezelikler, yalanlar ve sahte bilgiler denizinin altında gizlenmiş durumda. Tıpkı Ancient Mariner gibi biz de 'Bilgi, bilgi her yerde ama bir kelime bile yok gerçeği gösteren' diye yakınıyoruz.
Çok fazla bilgi, çok az bilgi gibidir. Flotasyon tankında yüzen insan hiç bir duyum almadığı için halüsinasyon görürmüş. Üstümüze yağan bilgi selinden şansına damlacıklar seçerek kendi öznel hayali gerçekliğimizi yani kendi halüsinasyonlarımızı örmeye çalışıyoruz.
Gerçek derken, sorunun nesnesine erişildiğinde beş duyu veya vekilleriyle doğrulanabilecek gerçekleri kastediyorum. Örneğin, ‘Nordstream boru hattını ABD mi bombaladı acaba?’ sorusuna, ne olduğunu bilmesek de, bir evet veya hayır cevabı olduğunu biliyoruz. Bunun, ‘ABD yapmış ise eğer haklı mı haksız mıydı?’ sorusundan farklı olduğunu unutmayın. İkincinin cevabı sizin dünya görüşünüze bağlı olacaktır. Kişisel tecrübelerimiz, ön yargılar ve inançların yanı sıra nesnel gerçeklere dair bilgimizin eklektik bir birleşimi bir dünya görüşümüz var her birimizin. Ben bunları öznel gerçeklerimiz olarak adlandırıyorum.
Nesnel gerçekler ise tektir. İyi formüle edilmiş bir sorunun her zaman tek ve objektif, doğru bir yanıtı vardır1. Kuşkusuz bu cevabı bulmak zor, hatta imkansız olabilir. Bu yeni bir durum değil. Eskiden sırlar, ifşaatın sınırlandırılmasıyla saklanırdı. Daha kırk yıl önce bile kitle iletişim araçları birkaç TV kanalı ve birkaç gazeteyle sınırlıyken, egemenler onları denetleyerek sırlarını gizli tutabilirdi. Binlerce medya kuruluşunun olduğu günümüzde, gizliliği korumanın tek yolu farklı anlatıları farklı kanallara sızdırmak oldu artık. Dolayısıyla sırrınız bir kanalda açığa çıksa bile, halk tarafından pek çok "gerçek"ten biri olarak algılanır ciddiye alınmayabilir. Bir çok komplo teorisinin, komplonun büyüğünü yapanlar tarafından pazarlanma nedeni budur.
Az sayıda kanaldan toplanan sınırlı bilgiye dayanarak kendi dünya anlayışımızı oluşturmak daha kolay olduğunda daha mutluyduk bence. Her zaman doğru sonuçlara varamıyorduk ama aksini bilmediğimiz için bizi rahatsız etmezdi. İnançlarımız her gün sayısız kaynaktan gelen yeni redlere maruz kalmazdı. Bildiklerimizle rahattık. Bu rahatlık rakip iddialara kadar uzanıyordu çünkü bu iddialarla daha önce tanışmıştık ve başa çıkmasını bilirdik.
Bugün durum farklı. Etrafta bu kadar çok çelişkili bilgi varken tutarlı bir öznel gerçeklik inşa etmek zor. Bu tehlikeli bir durum çünkü Homo Sapiens'in evrimsel avantajı her zaman çevredeki unsurları yorumlama, anlama ve tahmin etme yeteneği olmuştur. Bazı araştırmacılar buna durumsal farkındalık (situational awareness) der. Bilgi tufanı bizi bu evrimsel avantajdan mahrum ediyor. Loş ışıklı, darmadağın bir odaya girdiğinde yüzüne çevrilmiş 1000W'lık projektörler nedeniyle gözleri kararıp etrafını göremeyen biri gibi artık çevremizi kavrayamıyoruz.
Çok fazla bilgi, çok az bilgi gibidir. Flotasyon tankında yüzen insan hiç bir duyum almadığı için halüsinasyon görürmüş. Üstümüze yağan bilgi selinden şansına damlacıklar seçerek kendi öznel hayali gerçekliğimizi yani kendi halüsinasyonlarımızı örmeye çalışıyoruz.
Endüstriyel üretimin küreselleşmesi
Gelişmiş ülkelerin firmaları fabrikalarını fakir ülkelere götürüp oralardaki ucuz iş gücü, düşük vergi, ve çevre kayıtsızlığı olanaklarını kullanarak karlarını arttırmaktalar – modern bilgi ve iletişim teknolojileri sayesinde. Bu süreç elli senedir devam ediyor ve konu hakkında o kadar çok şey söylenip yazıldı ki, daha detaylandırmama gerek yok. Ancak bu blog yazısı bağlamında şunu kayda düşmek gerekiyor ki, küreselleşme sürecinin sonuçlarından biri, zengin ülkelerdeki imalat azalırken dünya genelinde işçi maaşlarının birbirine yakınlaşması oldu. Zengin ülkelerde maaşlar yerinde sayarken fakir ülkelerde maaşlar arttı. Bu yüzden, küreselleşmeden en zararlı çıkan zümre Batı orta sınıfları oldu.
Orta Sınıf Erozyonu
Küreselleşme özellikle zengin ülkelerdeki orta sınıfları feci vurdu. Bu olguyu çok iyi açıklayan Milanovic'in fil haritasını muhtemelen duymuşsunuzdur:
Bu grafikteki x ekseni 1988 senesi gelirlerine göre yüzdelikler olarak sıralanmış küresel nüfusu temsil ediyor. En uçtaki 99-100 arası, en yüksek gelirli yüzde biri temsil ediyor. Dünyanın en zengin insanları, hangi ülkeden olurlarsa olsunlar, 2008'de 1988'e göre çok daha fazla kazanmışlar. Öte yandan, zengin ülke orta sınıf gelirleri (x ekseninde %70 ile %90 arası) ), aynı dönemde durgunluk gösterdi. Daha solda, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfusların gelirleri ise aynı dönemde %80'e kadar artış sergilemiş. Büyük ölçüde Çin ancak diğer ülkeleri de kapsayan, x ekseni boyunca, %30 ila %70 aralığı bu. Bu arada, dünyanın en yoksullarının, yani x ekseninin sol ucunun geliri pek fazla değişmemiş. Bunun nedeni muhtemelen küreselleşmeyi kullanacak bir sıçrama tahtası bulamamış olmaları.
Küreselleşmeden en zararlı çıkan zümre Batı orta sınıfları oldu.
İki eğilim, yani internet devrimi ve orta sınıfların yoksullaşması birlikte, dünyanın en zengin uluslarının çoğunda gördüğümüz bunaltılara yol açtı. Orta sınıflar şunu soruyorlar: "Küreselleşme bu kadar iyiyse, neden kalkınmanın meyvelerinden ben yararlanamıyorum?" İnternet olmadan önce bu soru muhtemelen akıllarda cevapsız kalırdı. İnternet bu soruya bir çok cevap veriyor. Seçenekler, sosyal medya algoritmaları tarafından daha da dallanıp budaklanarak insanları beyaz tavşanın peşinde Alis'in girdiği delik gibi tavşan deliklerine ve yankı odalarına itiyor.
Elitlerin fikir birliğinin bozulması
Geçen yılın Aralık ayında Britanya bağlamında elitlerin fikir birliğinin önemi üzerine yazdım. Elit anlaşmazlığı sadece İngiltere'ye özgü bir fenomen değil. ABD, 2024 başkanlık seçimlerinde Trump ile Biden arasında kasvetli bir seçimle karşı karşıya, ABD’deki elit konsensus tam ortadan çatladığı ve ne zamandır onarılamadığı için. Biden-Trump ikilisi, daha 2018'de berbat bir seçimdi ve şimdi fecaat. Tekrar ediyorum, bu politik çaresizlik, egemen sınıflardaki çalkantının siyasete yansımasıdır. ABD egemen sınıfları, akıl durduran teknolojik gelişmeler ve bunların sonucu olarak üretici güçlerin yeniden hizalanması nedeniyle bir kargaşa içinde. Yeni zengin aktörler var ve bu yeni zenginlerin ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda farklı fikirleri var.
Bu dediklerime delil olarak, aşağıdaki tablo piyasa değeri açısından ABD'deki en büyük 10 şirketi göstermektedir:
Gördüğünüz gibi ilk 10 şirketten 7'si elli yıl önce yoktu. ABD kapitalizminin 250 yıllık tarihinde bu kadar hızlı bir alt-üst olma yaşandığını sanmıyorum.
Sosyal Medyayı suçlamayın
Tekrar başa dönecek olursak, pek çok kişi bütün yeni kötülüklerden Sosyal Medyayı sorumlu tutuyor. Böyle düşünmekte haksız da değiller çünkü Sosyal medya platformları, kullanıcı katılımını en üst düzeye çıkarmak için algoritmalarını sürekli olarak güncellerken, maksimum etkileşimin, benzer düşünen insanların birbirlerinin benzer görüşlerine beğeni yağdırırken farklı düşünenlere gıyaplarında küfür ettikleri gruplarda ortaya çıktığını keşfettiler. Başka bir deyişle, katılımı en üst düzeye çıkaran algoritmalar, insanları, incelikli tartışmaların imkansız hale geldiği yankı odalarına iteliyor. Herhangi bir WhatsApp grubuna üye iseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız. Benim deneyimime göre, gruplar salt iletişim bağları kopmasın amacıyla bile kurulmuş olsalar, fazla vakit geçmeden 'daha büyük' tartışmalara savruluyorlar. Her grupta sosyal ve/veya politik görüşlerini desteklemek için kendini internette gördüklerini sürekli kopyalamak zorunda hisseden birileri olduğu gibi, her zaman onlara cevap vermek zorunda olduklarını hisseden başkaları da oluyor. İpe sapa gelmez tartışmalar alevlenip sönüyor. Facebook kullanmıyorum bu yüzden o platformun nasıl çalıştığını bilmiyorum.
Yukarıdakilerin hepsi doğru ama örneğin ABD'de Trump'ı doğuran işlevsizliğin sorumlusunun tek başına sosyal medya olduğunu düşünmüyorum. Başta da söylediğim gibi şu andaki mükemmel fırtına dört paralel eğilimin birleşmesinden kaynaklanıyor. Hepsi mevcut olmadığında toplum belki tökezliyor ama ağır aksak ilerlemesini kesmiyor.
Avustralya mesela, ABD ve İngiltere benzeri bir kültüre sahip ve onlarla aynı şekilde aşırı bilgi ve küreselleşme etkilerine maruz; ancak benim gözlemim bu gelişimlerin sosyal söylemdeki etkilerinin minimum düzeyde olduğu yönünde.
Avustralya'nın istikrarının en önemli nedeninin Avustralya elit konsensüsünün istikrarı olduğuna inanıyorum. Bunu açıklamak için ABD için yukarıda verilen tablonun Avustralya muadilini sunmama izin verin. Aşağıda, piyasa değeri açısından, Avustralya'daki en iyi 10 şirketi listeledim:
BHP
Avustralya Commonwealth Bankası
CSL Limited
National Australia Bank
Avustralya ve Yeni Zelanda Bankası
Westpac Bankacılık Şirketi
Woodside Enerji
Fortescue Metal
Macquarie Finans Grubu
Wesfarmers
Bu şirketlerin tümü (bir finansal hizmetler şirketi olan Macquarie Group ve bir madencilik şirketi olan Fortescue hariç) 100 yıl önce de varmış. Bu yeni çıkan ikili de mevcutlardan farklı sektörleri temsil etmiyor. Bir millet ekonomisi için bu durağanlık hiç iyi değil. Dinamizmden yoksun ve rant peşinde koşan bir ekonominin göstergesi.
Yine de Avustralya'daki siyasi söylemin ABD'ye göre çok daha sakin olmasının nedeni bence budur. Trump, ya da Cumhuriyetçi Çay Partisi eşdeğeri hareketleri ortaya çıkaracak şartlar oluşmuyor burada. Avustralya'daki yorumcular (mesela Stan Grant), zorunlu oylama nedeniyle Avustralya'da asla bir Trump'ın olamayacağını savundu. Ben, oy verme mecburiyetinden ziyade, yukarıdaki listenin daha iyi bir izah olduğunu düşünüyorum.
Türkiye'de neler oluyor?
Türkiye gelişmiş bir ülke değil ama yukarıdaki tartışmaların tamamı Türkiye'yi etkiliyor. Ancak bugünlerde Türkiye'de yaşanan en ilginç şey elitlerin fikir birliğinin yeniden hizalanmasıdır. Eğer kafamdakileri toparlayabilirsem bir sonraki yazımda bu konuya değinmek istiyorum. Değişik bir konuda yazmışsam anlayın ki toparlayıp bir şeyler çıkaramadım.
Referanslar
Milanović ve Milanovic, B. (2016). Küresel eşitsizlik: küreselleşme çağına yeni bir yaklaşım. Harvard University Press'in Belknap Yayınları.
Kısa Kısa
Musk ve OpenAI
Elon Musk, kamu yararına yapay zeka geliştirmek amacı ile kendisinin de ön ayak olduğu bir şirketin yoldan saparak kâr peşinde koşmasının kuruluş sözleşmesini ihlal ettiği iddiasıyla OpenAI ve CEO'su Sam Altman'ı mahkemeye verdi. Musk dava dilekçesinde 'biz bu şirketi kurduğumuz zaman amaç insanlık hayrına genel yapay zeka idi ve bunun şartı da her şeyin açık olması idi; siz kar amacı güderek bu yoldan çıktınız' diyor.
Elon Musk ayrıca, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak başlayıp normal kâr amaçlı bir şirkete dönüşmenin vergi sonuçları olabileceği noktasını da gündeme getiriyor.
Bir eylemi ihtiras veya ilkesellik diye açıklamak mümkünse, esas neden muhtemelen ihtirastır.
Hala, Kasım 2023'te OpenAI'de neler olduğu açıklığa kavuşmadı. Elon Musk dava haberini okurken aklıma şu geldi: Belki Sam Altman ve çalışanlar vakıftan şirkete geçip para kazanmak istediler; vakıf yönetim kurulu bunu reddetti ve Altman'ı kovdu; ancak çalışanlar Altman'ın onlara sunduğu şirket hissedarlığı fikrinden hoşlandıkları için CEO’larını desteklediler; ve yönetim kurulu geri adım attı.
YouTube
Yeni yürümeye başlayan çocuklar, günün önemli bir kısmını ekran izleyerek geçirirlerse, daha kıt konuşup daha az kelime duyuyorlarmış. Psikologlar, ebeveynlere teknolojiyi tamamen yasaklama yerine çocuklarla birlikte faaliyet önerisi yapıyor: mesela ekranda müzik izlerken birlikte şarkı söylemek veya dizi izlerken içerik hakkında sorular sormak gibi. Bir üniversite araştırmasında, iki buçuk yıl boyunca, 200'den fazla Avustralyalı ailenin küçük çocukları günde 16 saat ses kaydedebilecek bir cihaz takılarak izlenmiş. Bulgular geçen hafta Amerikan Tabipler Birliği Pediatri Dergisi'nde yayınlanmış. Kısaca özetlemek gerekirse, ekran başında geçirilen süre, ortalama üç yaşındaki bir çocuğu günlük 1100 yetişkin kelime ve 194 konuşmadan mahrum bırakıyormuş.
Hikayenin geri kalanı için YouTube'u izleyin.
Çalışmanın sonunda küçük çocukların kelime bilgileri ölçülmemiş. Dolayısıyla daha fazla TV izleyen küçük çocukların ev içi konuşmasından mahrum kaldığını öğrendik bu araştırmadan ama sonuçta kelime dağarcıkları daha mı küçük kalmış bilmiyoruz. Araştırmanın sonuçları bence makul ama neticeleri yeterince izah edilmemiş. Makalenin aslını izleyecek zamanım olmadı.
Günlük
Önümüzdeki cumartesi yerel seçimler var. Brisbane Şehri aşağıdaki haritada görüldüğü gibi 26 bölgeye ayrılır.
Her bölgeden bir belediye meclisi üyesi seçiliyor. Bu yüzden gelecek Cumartesi iki pozisyona oy vereceğiz: Brisbane Belediye Başkanı ve mahallemizi temsil edecek belediye meclisi üyesi. Belediye Başkanı pozisyonu için iki ana aday, Liberal Ulusal Parti'den şu anki Başkan Adrian Schrinner ve İşçi Partisi'nden Tracy Price. Bizim mahalle Robertson, MacGregor Bölgesi'nde. Her iki MacGregor üye adayı da göçmen kökenli.
MacGregor'un mevcut temsilcisi Huang Çinli asıllı, İşçi Partisi rakibi ise Hint asıllı. MacGregor'da kalabalık ve birbirine bağlı bir Çin asıllı göçmen topluluğu var ve onların desteği ile Steven Huang'ın koltuğunu korumasını bekliyorum. Belediye Başkanı pozisyonuna gelince, anketleri görmedim ama tahminim görevdeki Belediye Başkanı Schrinner'ın yeniden kazanacağı. Düzenli bir LNP seçmeni olmasam da, federal hükümetin Gabba'da (Brisbane'in bir iç banliyösü) bir Olimpiyat stadyumu inşa etme planlarına karşı çıkmasından etkilenmiştim. Eğer Belediye Başkanı planlara karşı çıkıp komiteden istifa etmeseydi, Olimpiyat komitesi Gabba mahallesinin tarihi doğasını yok etme planına devam edecek ve aynı zamanda milyarlarca doları heba edecekti.
Avustralyalı olmayan okuyucular, yukarıda gösterilen "Nasıl oy verilir" kart görselleri ve oy pusulalarındaki sayısal seçenekleri anlamakta güçlük çekebilir. Avustralya seçimlerinde tercihlerinizi bu kutulara yazarsınız. İlk tercihiniz, sayılan tüm oyların %50'sini geçmezse, oyunuz 2. tercihiniz için sayılır. O da %50'yi geçemezse oyunuz 3. tercih ettiğiniz aday için sayılır ve bu şekilde devam eder. Sadece bir kutuyu 1 ile numaralandırmak da mümkündür. O zaman diğer tercihleriniz, 1 diye işaret ettiğiniz adayın Seçim kuruluna daha önce beyan ettiği şekilde dağıtılacaktır.
Pascal Hagi
Akşamları dışarıda hava kararmaya başlayınca Pascal ve Hagi içeri giriyor. Akşam yemeği için marul yapraklarını kemirip kısa bir süre sonra kafeslerine giriyorlar. Onlar uyurken ben bilgisayarımda çalışıyorum. Rahatsız olmuyorlar.
Ancak bazı akşamlar Hagi beni bekliyor. Bilgisayarımın başına oturduğumda omzuma uçup kulaklarımı kemiriyor ve diliyle kulak kanalımı delmeye çalışıyor. Bu da ancak Pascal uyurken olabiliyor. Aksi halde kıskanç Pascal çıkıp beni ısırır, Hagi'yi de kaçırır.
Okuduğum bir kitap
Geçen hafta okudum Seth Dickinson'ın Exordia romanını. Amazon algoritması tavsiye etmeden önce bu yazarı tanımıyordum.
Bir uzay gemisi Kandil Dağları'ndaki bir Kürt köyüne iner. Köy PKK'nın kontrolünde. PKK bağlantısı, ana anlatı açısından marjinal ama kitapta sürekli değinilen bir konu. Ana hikaye, uzaylıların dünyayı yok etmeye çalışması üzerine. Ancak vur-kır geçen basit bir kurgu değil. Yetişkinlere yönelik bir kitap ve hikayenin birçok katmanı var. Mesela, kitapta gündeme getirilen sorulardan biri, çok sayıda insanın iyiliği için birkaç kişiye zarar vermenin kabul edilebilir olup olmadığıdır. Bu psikolojide tramway problemi olarak dile getirilir.
Eminim duymuşsunuzdur ama duymadıysanız diye yazıyorum, tramvay problemi etik ve psikoloji alanında ahlaki bir ikilemi gösteren bir düşünce deneyi. Demiryolu raylarında hızla ilerleyen kontrolden çıkmış bir tramvay düşünün. Rayların ilerisinde, bağlı ve hareket edemeyen beş kişi var. Arabayı yalnızca bir kişinin bağlı olduğu başka bir yola aktarabilen bir kolun yanında duruyorsunuz. Kolu çeker miydiniz?
Karakterlerden biri, hepsinin ölebileceğini bilsek bile, her iki grubu da kurtarmaya çalışmamız gerektiğini düşünüyor: “Ahlak takas edilemez. Para gibi değil. Bakiyesi olan bir hesap değil. Yüz kişiyi kurtarmak için on kişiyi öldürüp doksan sayı farkla öne çıktığınızı söyleyemezsiniz”. Diğerleri ise "Başkaları hayatta kalabilsin diye kötü şeyler yapmalıyız" diye düşünüyor. (s.34)
Kitapta etiğe yapılan vurgu yerinde çünkü uzaylılar diğer duyarlı insanların ahlaki seçimlerinden beslenerek fethetmişler diğer dünyaları ve aynısını Dünyada da yapmaya çalışıyorlar. Karmaşık gözüktü belki ama okurken anlaşılması kolay ve sürükleyici. Bu arada, Öcalan'ın “kadın için jin, yaşam için jiyan kelimelerinden türetilerek jineoloji denilen” bir kadın bilimi icat ettiğini de bu kitapta öğrendim (s. 143). Amerikalılarla, Kanadalılarla, Ruslarla, Çinlilerle, İranlılarla birlikte uzaylılara karşı savaşan PKK üyeleri hep kadın. İlginç bir başka nokta da, Amerikan savaş uçaklarının bir kısmının Türkiye'deki İncirlik üssünden kalkması haricinde, hikayede Türklerden hiç bahsedilmemesi.
1 Postmodernizm 20. yüzyılda icat edilen en tehlikeli yalanlardan biridir.
Halim'cim eline sağlık.
Oylamada numara kullanımı çok akıllıca geldi bana. Özellikle bizim çok karşılaştığımız, o adaya oy verirsek boşa giderse endişesini ortadan kaldırıyor. Örneğin, TKP veya TİP'e kkendini yakın hisseden birisi 1 ve 2ye onları yazıp, 3'e CHP'yi yazarsa, oyunun boşa gitmeyeceğini garantilemiş oluyor.
Ama bu oylamayı doğru yapabilmek için belli bir eğitim düzeyinin olması gerekir gibi gözüküyor.
Halim hocam bence yankı odalarına yönelimin en büyük nedeni sosyal medya değil, doğamız gereği sahip olduğumuz kişisel ve subjektif bias'larımız. Bu sizde de, bende de tüm insanlarda var, ve bilimsel çalışmaları da biz yaptığımız için bence bilim bile unbiased değil, o yüzden bilim bile bilim insanlarının yankı odalarına sürüklenmeye mahkum bence.
Diğer bir not olarak bahsettiğiniz kitaba kısaca bir göz attım. Dürüst olmam gerekirse birkaç Google araması yaptıktan sonra fazlasıyla politik bir ajanda taşıyan, edebi/futuristik bir eserden çok yazarın politik görüşlerini acemice manifest etmek istediği bir ürün gibi geldi gözüme. Öcalan özelinde bırakın kendisinin bir kadın bilimi icat edecek bir feminist olmasını(!), kendi yazdığı Nasıl Yaşamalı kitabında şöyle ırkçı ve aşağılayıcı sözleri var Kürt kadınları için, buyrun siz değerlendirin.
"Belki bazılarına acayip gelebilir, ama açmakta yarar vardır. Kürt kadınlarının çoğunun bedenleri ölü, kokuşmuş, soğuk ve çok kabadır. Fizikleri biraz böyledir, ruhları donuktur. Fikir düzeyi hiç yoktur. Köylü kızını al, küçük burjuva kızını veya erkeğini al, söyle söyle, hiçbiri bir papağan kadar bile sözcükleri tekrarlayamaz"