Enerji sorunlarını çözmek için devlet ne yapabilir?
Gelmekte olanı bekleyen sorunlar ve ihtimaller
Bu yazıyı tasarlarken, Makine Mühendisleri Odası, Türkiye’nin Elektrik Görünümü 2022 diye bir rapor yayınladı. Sevgili Oğuz Türkyılmaz ve Orhan Aytaç’ın editörlüğünü yaptıkları ve bir çok değerli arkadaşın katkıda bulundukları bir bilgi haznesi. Bu konularla ilgilenenlerin mutlaka indirip okumaları ve güvenilir bir referans olarak bilgisayarlarında saklamalarını öneririm. Bu raporda okuduğum her şeye katıldığım anlama gelmiyor. Farklı düşündüğüm yerler var ama bu rapora harcanmış emeği ve gösterilmiş özeni görmemi engellemiyor. Katkısı olan herkesi ve bu girişime imkan veren MMO yöneticilerini can-ı gönülden tebrik ediyorum.
Bazı konulardaki muhalefet görüşlerini öğrenip burada aktarma vaadi ile bitirmiştim geçen yazımı. Devam ediyorum.
CHP ve İyi Parti program ve yayınlarını ulaşabildiğim kadar okudum. Muhalefet, sistem değişikliği (yani cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin, güçlendirilmiş parlamenter sistemle değiştirilmesi) harici konularda genel söylemleri tercih etmiş. Mesela, bu yazının başlığı olan enerji konusunda, belli bir tasnife tabi tutmadan okuduğum sırayla, aktarıyorum:
‘Enerji alanında kamusal yatırım artırılırken rekabete dayalı bir piyasa (tesis edilecek)’ (CHP Programı, s.196)
‘… kritik öneme haiz barajlı/depolamalı su santralleri dışındaki diğer santraller …özelleştirilecektir.’ (İyi Parti Programı, s.107)
‘Su, rüzgar, jeotermal, dalga, hidrojen ve güneş enerjisi gibi yerli ve yenilenebilir kaynaklarımızdan en yüksek düzeyde yararlanılacaktır. Çatılarda enerji panelleri ile elektrik üretimi yaygınlaştırılacaktır … kömürün elektrik enerjisi üretiminde kullanılması hususunda uygun teknolojik çözümler sunulması şartı aranacaktır’ (İyi Parti Programı, s.107)
‘Taş kömürü, linyit, rüzgar, güneş enerjisi ve jeotermal gibi yerli kaynakların kullanımına öncelik tanınacak’ (CHP Programı, s 196)
‘Uzun Vadeli Ulusal Enerji Tedarik Planı geliştirilerek … Türkiye’nin kendi kaynaklarını en verimli şekilde değerlendirmesi ve işletebilmesi sağlanacaktır.’ (CHP Programı, s. 241)
‘Biyodizel üretimi teşvik edilecektir.’ (İyi Parti Programı, s.109)
‘Nükleer enerjiye kategorik olarak karşı olunmayacak, ancak … nihai karardan önce nükleer atık … (sorununun) çözümü dikkate alınacaktır.’ (CHP Programı, s. 246)
‘… iklim değişimi kapsamında zarar görmemek için her türlü tedbir alınacaktır.’ (İyi Parti Programı, s.63)
‘Bir iklim değişikliği politika paketiyle işsizlik azalacak, katma değer artacak. … İktidara geldiğimizde karbon kotasını uygulayacağız….Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nin kuruluşunun 100. yılına denk gelen 2035 için karbonsuz elektrik üretimi hedefi koyacağız. İmzacıları arasında yer aldığımız Paris İklim Anlaşması’nı onaylayıp 2050 için net sıfır emisyon hedefi koyacağız. ’ (M Akşener grup konuşması, 23 Haziran 2021)
‘Projeye (Akkuyu nükleer santralı) tamamen karşıyız. Evet, geldiğimizde orayı tamamen ortadan kaldıracağız.’(CHP Mersin milletvekilinin konuşması, 3 Ağustos 2022)
Gördüğünüz gibi, fazla detay yok. Bu kendi başına bir kusur değil. Bence, muhalefetteki partilerin kamuoyuna açıklanmış detaylı siyasetlerinin olmayışı, o partilerin değil, Türkiye kamuoyunun eksikliği1. Sorgulayan olmazsa, partiler önceden taahhütlere girmekten genellikle kaçınıyorlar. Yazının amacı, bu sorgulamayı yapmayan kamuoyu ile kavga etmek olmadığı için konuyu uzatmayacağım.
Detay az olmakla beraber, iki prensip ilgimi çekti:
Her iki muhalefet partisi de, elektrik sektöründeki piyasa mekanizmasının devamından yana. İyi Parti, kamunun elinde kalan (kritik önemdekiler hariç) santralları da özelleştireceğini söylüyor.
İyi Parti programı, karbon saklamalı olmazsa yeni kömür santrallarına karşı ve, Parti Başkanı Akşener, 2035 senesine kadar Türkiye elektrik sektörü karbon atıklarının sıfırlanacağını vaat ediyor.
Kendi görüşlerimi aşağıda bir kaç başlık altında açıklamaya çalışacağım.
Deregulasyon hata idi, vazgeçmek gerekiyor
Avustralya’ya geldiğim yıllarda, Queensland eyaletinde elektrik deyince tek sorumlu vardı: State Electricity Commission
(Eyalet Elektrik Kurumu). Elektrik santralları da bu devlet kurumundan sorulurdu, transmisyon da, dağıtım da. Diğer eyaletlerde de durum öyle idi.
1990’larda ABD’den başlayarak bir deregulayon furyası başladı. Tek elde toplanan hizmetler, üretim, iletim ve dağıtım olarak üçe ayrıldı ve özelleştirmeye gidildi. Avustralya’da daha önceleri elektrik üretimi kamu mülkiyetinde olduğu için, deregulasyon ile birlikte özelleştirme de başladı.
Benim bu işe o zaman da aklım yatmamıştı ama deregulasyon ve özelleştirme yanlıları, fiyatların düşeceğini, mevcut sistemdeki noksanlıkların piyasa mekanizmalarının işleme girmesi ile birlikte kendiliğinden çözüleceğini hep bir ağızdan o kadar heyecanla haykırıyorlardı ki karşılarında durmak hemen hemen imkansızdı. Sendikalar biraz itiraz etti ama onlar da engel olamadı. Kamuoyu bir kez inanmıştı fiyatların düşeceğine. Peki düştü mü fiyatlar. Aşağıdaki grafikte, Avustralya’nın doğu ve orta bölümlerini kapsayan NEM şebekesi (yüz ölçümü itibarı ile dünyanın en büyük enterkonnekte elektrik ağı) fiyatlarının zaman içinde değişimini görüyorsunuz.
![](https://substackcdn.com/image/fetch/w_1456,c_limit,f_auto,q_auto:good,fl_progressive:steep/https%3A%2F%2Fbucketeer-e05bbc84-baa3-437e-9518-adb32be77984.s3.amazonaws.com%2Fpublic%2Fimages%2F6702a479-84ac-41f9-9658-8f4a195cf675_900x370.jpeg)
Fiyatlar düşmedi yani, bilakis yükseldi ve yükselmeye devam ediyor. Bence bunun bir nedeni, o zamanlar deregulasyonu savunanlar samimi bile olsalar tezlerini dayandırdıkları kabullerin değişmesi. 1980 lerin sonunda bu söylemler dile getirilmeye başlandığında elektrik sektörünün temel özellikleri şöyleydi:
Olgun teknoloji (buhar santralları, gaz türbinleri, vb)
İstikrarlı kanun ve mevzuat
Bir kaç sene içinde bu iki kabul de yerle bir oldu.
Teknoloji alanında, güneş ve rüzgar teknolojilerinin akıl almaz bir hızda gelişmeleri sonucu, bu teknolojiyle üretilen elektriğin maliyeti kömürün bile altına düştü. Gün ortasında güneş panellerden üretilen elektriğin marjinal maliyetinin altına inmek mümkün olmadığı için, kömür santralleri o saatlerde üretimlerini kısmak zorunda kaldılar. Bu da onların karlılığını düşürdü.
Mevzuat alanında, iklim değişikliği kaygılarının giderek artması ve her sene toplanan COP toplantılarında alınan kararlar, imzalanan uluslararası anlaşmaların birbiri ardına gelmesi sonucu, en istikrarlı sektörlerden biri olan elektrik sektörü bir anda en istikrarsız sektör haline geldi.
Deregulasyonda oluşan finans piyasalarından ekmek yiyen banka ve finans kuruluşları, yenilgiyi kabul etmek yerine, yeni icatlar çıkarmaya, riski güya azaltmayı amaçlayan Real Options ve benzeri finans araçları kullanmaya başladılar. Bunlar durumu daha da karmaşıklaştırdı. Şu anda bence sistem iflas etmiş durumda, ne şirketler kar ediyor, ne tüketici fiyatları kontrol altına alınabiliyor. Durumdan tek hoşnut olanlar bankacılık ve finans sektörü.
Avustralya ve deregule edilmiş diğer ülke elektrik sektörlerinde durum böyle iken, Türkiye daha da karışık. Deregulasyon sonucu ortaya çıkan yüksek fiyatları artışlarını yönetim dizginlemek istiyor ama bunu yapacak mekanizmalar kısıtlı. Yüksek fiyatları önlemenin en iyi şekli, toplam elektrik üretiminde kamunun ağırlığını koruması ve bu sayede doğal fiyat koyucu olması. Bu artık mümkün değil. Türkiye’de deregulasyon sonucu, toplam elektrik üretim içinde kamunun rolü düştü. Aşağıdaki şekil bunu çok açık gösteriyor. Daha önceki yıllara gitsek düşüş daha da çarpıcı olacak.
![](https://substackcdn.com/image/fetch/w_1456,c_limit,f_auto,q_auto:good,fl_progressive:steep/https%3A%2F%2Fbucketeer-e05bbc84-baa3-437e-9518-adb32be77984.s3.amazonaws.com%2Fpublic%2Fimages%2F1142ae0c-c9da-4f7a-8e06-489f901197b8_640x480.png)
Elektrik fiyatlarını doğal olarak sınırlayamayan devlet yönetimi, o zaman yapay icatlara başvurmak zorunda kalıyor. Bunlar Makina Mühendisleri Odasının yeni yayınladığı Türkiye’nin Enerji Görünümü 2022 raporunda Nedim Bülent Damar imzalı bir makalede çok güzel açıklanmış. Denenen bir kaç icat var ama esas olarak, EÜAŞ elektriği şirketlerden pahalıya alacak, piyasaya ucuza satacak; aradaki fark da genel bütçeden yani halkın ödediği vergilerden karşılanacak. Riski alan kamu olduktan sonra, özel şirketlere ne gerek var.
Aslında elektrik üretimi o kadar karmaşık bir problem değil ve bu yüzden tek merkezden planlanmaya müsait. Kamu elinde olması gereken bu merkezin gelecek muhtemel uluslararası anlaşmaları ve yaptırım risklerini, teknoloji seçeneklerini, tüketim süreçlerini kapsayan bir bilgisayar modellemesi ile en optimum teknoloji, yer, ve büyüklük karışımlarını bulması mümkün. Bunu yapan devletin kendisi olacağı için, egemen riski de (sovereign risk) de minimize edilmiş olur.
AKP sonrası başa gelen iktidar, sistemde bir çok şeyi değiştirme şansına sahip olacak. Ben değiştirilecek şeyler arasında elektrik sektörü mevzuatını da sokmayı öneriyorum ve elektrik üretiminde merkezi planlama ve kamu mülkiyetine dönülmesini teklif ediyorum. Bunu ideolojik bir nedenle değil, fiyatları düşürmenin ve kaynakların optimum kullanımının yukarıda özetlemeye çalıştığım nedenlerden ötürü yegane yolunun bu olduğu için öneriyorum.
Birincil enerji kaynakları
Merkezi plan ya da piyasa bazlı karar mekanizmaları kullanalım, kamu mülkiyeti ya da özel mülkiyeti seçelim; bu tercihler ne yönde olursa olsun elektrik üretmek için kaynak gerekiyor. Elektrik üretmek için tüketilen kaynağa primary yani birincil kaynak deniyor.
CHP programı, nükleer enerjiye biraz daha mesafeli yaklaşmak ve yerli kaynak kullanmanın ehvenliği dışında, kaynaklar arasında seçim yapmıyor. İyi Parti, kömür santrallarına ‘uygun teknolojik çözümler sunulması şartı aranacaktır’ şeklinde bir şerh koymuş.
Muhalif programların muğlak olmasında bir sakınca yok ama iktidar olunca tercih yapmak zorunda kalacaklar. Bu tartışmaya belki bir katkısı olur diyerek ben kendi görüşlerimi özetleyeceğim.
Doğal Gaz
AKP iktidarı sırasında, elektrik sektöründe kaynak kullanımı mutlak olarak her kaynak için yükseldi ama bazı kaynaklarda yükselme daha fazla oldu. Mesela,
kömürün katkısı iki kat (yaklaşık senede 250 TWh’dan 500 TWh’a)
hidronun katkısı da iki kat (yaklaşık 125 TWh iken 250 oldu)2
doğal gazın katkısı ise nerdeyse dört kat (153 den 573 e)
Doğal gazın bu yükselişinde Türkiye, Avrupa pratiğini takip etti. Avrupa’da da elektrik üretimi içindeki doğal gaz payı aynı zaman içinde çok hızlı bir biçimde artmıştı. Bunda en büyük etken de, Rusya ve diğer bir kaç ülkeden borularla gelen doğal gazdı. Şimdi Avrupa hem doğal gaz kullanımını azaltmaya, hem de yeni doğal gaz arzı bulmaya çalışıyor.
Doğal gaza verilen öncelik bence gelecekte de devam edecek. Diğer Avrupa ülkeleri gibi Türkiye de gaz alınan ülkelerdeki yönetimlerin gazı siyasi şantaj aracı olarak kullanmalarına karşı kendini koruyacak. Bu koruma iki şekilde olur:
Gaz alınan ülkeleri çeşitlendirerek
Mümkün olduğunca, gaz yerine yerli kaynakları kullanmak.
İkinci başlık altında, en önemli hamlelerden biri bence ithal gazın bina ısıtmasında kullanımını asgariye indirmek olmalı. Bina ısıtmanın tamamen yerli kaynaklara dayanacak bir sürü yolu var ve uygun mevzuatla bu yolların önü açılabilir.
Doğal gaz tercihi devam ederken, doğal gaz ihracatının daha fazla ülkeye yayılması; ve bina ısıtması gibi alanlarda doğal gaz ithalinin güneş, jeotermal gibi yerli kaynaklarla ikame edilmesi görüşündeyim.
Kömür
Kömür konusunda İyi Partide gördüğüm mesafeli yaklaşımın CHP programındaki agnostizme göre daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yeni kömür santralları kurulmasına karşı tutumu iklim değişikliği konusundan ayırmak mümkün değil. CHP Programında iklim değişikliği bir kez geçiyor o da toplumu çevre konusunda bilinçlendirme kapsamında. İyi Parti iklim değişikliğine karşı tedbir alınacağını söylemiş en azından, her ne kadar bu tedbirlerin ne olacağını telaffuz etmese de.
Türkiye siyaseti pek bu konu ile ilgilenmiyor ama dünyanın diğer ülkelerinde iklim değişikliğinin muhtemel zararlarına karşı kamuoyu her gün daha yükselen tepkiler vermeye başladı. Şu anda düşük olan karbon fiyatının fazla uzak olmayan bir gelecekte caydırıcı düzeylere yükseleceğini sanıyorum. Kendi sanayi maliyetlerini karbon fiyatları ile arttıran ülkeler, bu sanayilerin karbon vergisi uygulamayan ülkelere kaymasına izin vermeyeceklerdir. Buna bir de karbon atıklarına karşı mücadele maskesi altında himayeci tutumlar eklenince, Türkiye gibi dışarıdan ham ve yarı mamul madde ve emtia alıp bunları karmaşık ürünlere dönüştürerek satan ülkeler, iklim değişikliği ve karbon atıkları konusunda kararsız kalamazlar. Aksi halde ihraç pazarları kapanır.
Yeni santrallar konusunu bu kapsamda değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bir santralin ömrü 25-30 sene. Bu zaman zarfında, diğer ülkeler bu santralların semaya attıkları karbon atıkları yüzünden Türkiye’den ithal ettikleri mallara vergi koyarlarsa, şu anda ucuz gibi gelen kömür elektriği nihayette en pahalı elektrik durumuna gelebilir. Ben bu konuda şöyle olsun ya da böyle olsun diyebilecek durumda değilim ama bu konuda çok dikkatli olunması gerektiğine eminim. İyi Parti’de bu dikkat ve özeni görüyorum.
Yirmi yıldır karbon yakalama ve depolama teknolojilerini izliyorum. Bugünkü durumda bu teknolojileri uygulamak hem para maliyeti hem enerji maliyeti açısından çok yüksek. Bu durumun yakın zamanda değişeceğini sanmıyorum. Bu yüzden, Türkiye’nin artan elektrik ihtiyacını karşılamak için yeni kömür santralları kurmasının hatalı olduğu kanısındayım.
İklim değişikliği lafı açılmışken, fiziksel olarak iklim değişikliğinin Türkiye üzerindeki etkilerinin ne olabileceği konusunda bir kaç söz etmek istiyorum. İklim değişikliğinin Türkiye coğrafyasında en can alıcı etkisinin su kaynaklarımız üzerinde ve negatif bir yönde olacağından korkuyorum. En büyük tehlike, dağlardaki buzul erimesi sonucu akarsu debilerinde azalma. Son kırk yıl boyunca Türkiye dağlarındaki buzul alanlarında nasıl bir değişme olduğu konusunda bulabildiğim tek araştırmada (Şatır, 2016), Cilo dağlarında 1984 den 2015 e kadar 49 hektarlık buzul alanının eridiği ve erimenin devam ettiğini okudum. Şubat 2022 tarihli bir Anadolu Ajansı haberinde, Hakkari'de, Türkiye'nin en yüksek ikinci zirvesi olan Uludoruk'un yer aldığı Cilo Dağları'ndaki buzulların yüzde 48'inin eridiği haber edilmişti. Dağlardaki buzul alanların seneden seneye ölçümü konusunda daha etraflı ve kapsamlı araştırma yapılmıyor olması beni şaşırttı ve ürküttü.
Nükleer enerji?
AKP iktidarı nükleerde en geri teknoloji teknolojilerden birini tercih ederek Akkuyu kontratını imzaladıktan sonra, Türkiye’de nükleer karşıtlığı olmak kolaylaştı. Ancak şu anda dünyada sözü edilen çok daha değişik nükleer güç santral tasarımları var (mesela SMR, Small Modular yani Küçük Modüler Reaktörler).
Türkiye gibi sanayii gelişmiş bir ülkede, iktidara oynayan siyasi akımlardan nükleer enerji konusunda agnostik bir tavırda olmaları beni şaşırtmaz. Ancak, kesinkes kategorik olarak anti-nükleer bir tutum sergilemelerini yanlış bulurum. Zaten ne CHP ne İyi Parti öyle bir tutumda değil. Bu konuyu daha fazla deşmeyeceğim çünkü biliyorum bazı çevre dostlarına nükleer enerji dediğinizde daha gerisini söylemeye fırsat vermeden sopalamaya başlıyorlar, zaten söyleseniz de dinlemiyorlar.
Türkiye’nin artan elektrik ihtiyacını karşılarken nükleer santral tercihini reddetmemesi görüşündeyim. Ancak bu yaparken, ileri teknoloji seçimine özen gösterilmeli.
Güneş Enerjisi
Türkiye’de büyük ölçekte güneş santral planları yapmadan önce, Türkiye’nin gerçek güneş enerji potansiyelini saptamak gerekiyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Enerji İşleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanmış bir Güneş Enerjisi Potansiyel Atlası (GEPA) adlı bir on-line hesaplayıcı bu konuda tek ve yetkin referans olarak kullanılıyor. GEPA çok güzel hazırlanmış ve kullanması çok kolay bir araç. Emeği geçenleri tebrik ediyorun. Konya ili üstüne tıklıyorsunuz, Konya ili üzerinde toplam güneş radyasyonu verilerini görüyorsunuz:
![](https://substackcdn.com/image/fetch/w_1456,c_limit,f_auto,q_auto:good,fl_progressive:steep/https%3A%2F%2Fbucketeer-e05bbc84-baa3-437e-9518-adb32be77984.s3.amazonaws.com%2Fpublic%2Fimages%2F1565722c-a421-4a59-ab7c-f632b1baa4ea_800x640.jpeg)
GEPA yı hazırlayanlar, ArcGIS adlı bir kamu malı (public domain) yazılım kullanmışlar. Su buharı, toz, ve bulut olmayan tertemiz bir gökyüzü için enlem, boylam, tarih ve zaman, ve rakım kullanılarak yeryüzünün herhangi bir noktasına düşen güneş ışınımını hesaplamak mümkün. Formüller zaten ders kitaplarında veriliyor. GEPA hesapları 500 m x 500m alanlar için ortalama yapılmış; bulutluluk ve açık-kapalı hava durumu meteoroloji raporları göz önüne alınarak modellenmiş (nasıl yaptıklarını açıklamıyorlar); EİE ve DMİ istasyonlarında 1985 - 2006 yıllarına ait ölçüm yapılan 22 yıllık saatlik güneş ölçüm değerleri kullanılarak kalibre edilmiş (bu istasyonların kaç tane ve nerelerde olduğu belirtilmiyor). Ayrıca, bulutsuz havanın geçirgenliği olarak hangi değeri kullandıklarını bulamadım. Havadaki nem oranına toz miktarına göre değişen bir parametre bu. Son olarak, denklemlerde rakım o noktadaki hava tabakasının kalınlığını hesaplamak için kullanılır. Ne kadar yüksekte iseniz, radyasyon o kadar fazla olur. Bu yüzden GEPA haritasında, bütün dağlık bölgeler kıpkırmızı gözüküyor. Bir anlamda doğru tabii ama, mesela Cudi dağlarında 500 m x 500 m bir ortalama rakımda düz bir satıh için hesaplanan ışınım değeri, o dağlara kurulacak bir santral tasarımı için çok faydalı bir değer değildir.
Bütün bunları, GEPA’yı eleştirmek için yazmadım. Bilakis, hazırlayanları tebrik etmiştim zaten. Bunları, GEPA’nın sadece bir başlangıç olduğunu vurgulamak için yazdım.
Güneş enerjisi yatırımlarında daha sıhhatli karar alabilmek için, ilk olarak GEPA yı da kullanarak, tarım, hayvancılık ve benzer getirisi yüksek işlevi olmayan 20 tane 500 x 500 m2 alan seçip bu alanlarda bir sene hatta iki sene GHI ve DNI ölçümleri yapmayı öneriyorum. Ancak ondan sonra, bu bölgelerde büyük ölçekli (mesela 50 MW) güneş santralı kurulup kurulmayacağına karar verebiliriz. Bu yapılırken, özellikle orta Anadolu ve güney kentlerinde, çatı üstü panellere öncelik verilmeli.
Hidroelektrik
Türkiye’nin hidroelektrik kaynakları bir Iskandinavya ülkesi ya da mesela Yeni Zelanda kadar büyük değil. Bu yüzden, hidroelektrik santral kararlarının, kurulacak barajın tarıma katkıları bazında değerlendirilmesinin daha doğru olacağına ve hidroelektrik santralların baz elektrik üretmek yerine anlık noksanlıklara, frekans düşmelerine karşı savunma olarak kullanılması daha yerinde olur kanaatindeyim.
Sonuç
Bunlar benim şu anda aklıma gelenler. Tartışmaya katkısı olur umuduyla yazdım. Daha yazılması gereken çok şey var kuşkusuz ama burada sonladıracağım.
Kaynaklar
Satir, O. (2016). Comparing the satellite image transformation techniques for detecting and monitoring the continuous snow cover and glacier in Cilo mountain chain Turkey, Ecological Indicators, Volume 69, 261-268.
Kimse sormazsa, partiler de cevap verme zorunda hissetmez kendilerini. Avustralya partilerinin web siteleri ile karşılaştırınca, aradaki farkı daha iyi anlıyorsunuz. Mesela, Avustralya İşçi Partisi (ALP), geçen seçimlerden önce, iktidara gelirlerse elektrik sektöründe yapacaklarına dair 52 sayfalık detaylı bir rapor yayınlamıştı. Tıklayarak bu rapora ulaşabilirsiniz. Hatta raporu indirip en azından bir göz gezdirmenizi tavsiye ederim. ALP böyle raporlar hazırlamak zorundaydı çünkü gazeteler, üniversiteler ve think tank’lar konularla ilgili idi ve ALP’yi sorguluyorlardı. Seçmen raporları okumaz ama okuyup irdeleyen aydınların, üniversitelerin fikirlerinden etkilenir.
Hidroelektrik üretim miktarı yağışa göre her sene değiştiği için, bir kaç sene üzerinden ortalamaları kıyaslıyorum.
Her zamanki gibi harika bir çalışma olmuş. Teşekkürler Halim hocam.