Dünyayı anlamak
Dünya olaylarını etkileyecek gücüm yok ama en azından ne olup bittiğini anlamak lazım. Yazarken daha iyi anlıyorum.
Lütfen abone olun; lütfen paylaşın.
İstediğiniz Paylaş opsiyonu yoksa, doğrudan linki kopyalayıp dilediğiniz yere gönderin.
-+-+-+-+
Iki yıl önce bu bloga, gündelik şeyler hakkında yazarak başladım.
Bir hafta yapay zeka üzerine alışırken bir sonraki hafta ne yazacağıma da karar veriyorum.
Son zaman yazılarının giderek 'iddialı' tezler gibi görünebileceğini fark ettim. 'Neden?' diye sordum kendi kendime. Başkaları ikna olsun diye yazmıyorum. Düşüncelerimi toplamama yardımcı olacak konular seçiyorum. Son zamanlarda daha çok politik yazılar yazma ihtiyacı duydum çünkü, sanırım, kendime bir referans noktası oluşturma ihtiyacı hissettim. Giderek kafa karıştırıcı hale gelen dünyada kendi öznel gerçekliğimi yaratmaya çalışıyordum yani.Başka bir yazıda Homo Sapiens için durumsal farkındalığın olmazsa olmaz bir haslet olduğunu yazmıştım. Onun gibi.
Emekli olduktan sonra teknik olmayan konularda daha çok okuyup düşünmeye vaktim oldu. Bu süreçte dünyayı özümsemek için yeni şablonlara ihtiyacım olduğuna inanmaya başladım. Gençlikte edinilen kalıplar bugün yetmiyor. Hatta o kalıplar gençliğimde bile yanlış ve eksiktiler belki. Murathan Mungan usta mısralarında aksini de söylemiş olsa, dünya biz büyüdüğümüzde kirlenmiş değil. Dünya değişmedi aslında; o her zaman lekeliydi. Biz kendi saflığımızla, dünyanın karmaşıklıklarını rasyonelleştirmek için temiz hayaller örerdik. Maalesef, yetmiş yaşında artık aynı örgülere güvenemiyorum.
ROGUE dünyası diye bir icat üzerine yazıyorum altı aydır. Türkiye'yi ve diğer ülkeleri nasıl etkilediğini tasvire çalışıyorum. Türkiye'de olup bitenler ve onun ROGUE ve Erdoğan sonrası dönemdeki beklentileriyle ilgili yazmam gereken bir yazı daha var. Ondan sonra daha az sıkıcı konulara döneceğiz, söz.
Kısa Kısa
Voyager 1'i tekrar duyabiliyoruz
-+-+-+-+ Semafor, 15 Mart 2024
Voyager 1, 5 Eylül 1977'de fırlatıldı uzaya. 22 yaşındaydım, Hasan Tan boykotunun ortasında yüksek lisans yapmaya çalışıyordum1.
O zamandan beri Voyager 1 yoluna devam ediyor. Geçen Kasım bir arıza haberleşmeyi durdurdu ama tamiri kısa sürdü ve Voyager'ı tekrar duyabiliyoruz.
Bu durum çok uzun sürmeyebilir. Voyager 1 şu anda Dünya'dan 15 milyar milden fazla uzakta. Sinyallerini almak 22,5 saat sürüyor. 'Güneş sisteminin dışına çıktı mı?' diye sorulabilir. Güneş sisteminin sınırı, güneş rüzgârının artık fark edilmediği mesafe2 olarak tanımlanır. Bu mesafe, yıldızlararası rüzgara bakan yönde 120 AU (veya ışık hızında ~17 saat), ve ters yönde 350 AU (~49 ışık-saat) kadar oluyor. Yani, rüzgarın yönüne göre, yolcu şimdiden güneş ışığı menzilinden çıkmış olabilir. Voyager 1, yolun açık olsun.
Hidrojen Piyasalarında Gerçekçilik
-+-+-+-+ Power, Aaron Larson, 1 Mart 2024
Hidrojen endüstrisi 2023'te bir gerçeklik şoku ile karşı karşıya kaldı. Açıklanan projelerin yalnızca %7'si nihai yatırım kararına (FID) erişebilmiş geçen sene. Ana sorun maliyet. Düşük karbonlu hidrojen, yerini alacağı fosil yakıtlardan çok daha pahalı: Aramco CEO'su Nasır'a göre, bir varil petrole denk enerji verecek hidrojenin maliyeti 400 dolarmış. Petrol yerine hidrojen kullanımının yaygınlaşması için, hidrojenin en az dört kat ucuzlaması gerekiyor yani
Frost & Sullivan Güç ve Enerji Araştırmaları başkan yardımcısı Jonathan Robinson'a göre en iyi fırsatlar aslında hala hep bilinen fırsatlar: petrol rafinerileri, amonyak üretimi, metanol, gübre ve kimya sektörleri. Buralarda bile devlet teşvikleri elzem ama. Çelik ve kimya da potansiyeli olan diğer sektörler. Elektrifikasyon çözümleri de biraz daha fazla ilgi görmeye başlıyor ama yavaş. Onun dışında, özellikle nakliyat sektöründe, Robinson, uzun mesafeli kamyonlar dışında hidrojen için yakın gelecekte bir umut görmüyor. Deniz nakliyatında zamanı geldiğinde muhtemelen metanole geçilirmiş. O da hidrojenden üretilebilir tabii.
Yukarıda da söylediğim gibi, her şey hidrojenin fiyatına bağlı. Elektrik üretiminde, hidrojen depolama aracı olarak düşünülüyor. Genel olarak, bugünkü depolama projeleri, şebeke destekleme ve kapasite pazarlarını hedeflemekteler. Enverus Ticari Üründen Sorumlu Başkan Yardımcısı Sarp Özkan, daha fazla projenin çevrimiçi hale gelmesiyle bu pazarlarda getirilerin azalacağını söylüyor.
ABD'de durum bu halde iken, Avustralya'da bu ayın başlarında Adelaide Tonsley tesisi, Mitchell Park'taki 700 evin tedariki için doğal gaza yüzde 5 hidrojen eklemeye başladı.
Hükümet destekli plana göre, Adelaide kentinde 2025'ten itibaren, yüzde 100 hidrojen gazı kullanan yeni toplu konutlar inşa edilecekmiş.
Avustralya Hidrojen sektöründe pek çok ilginç fikir var ortada ama, ABD'de olduğu gibi, vergi teşvikleri ve devlet sübvansiyonlarının ötesinde fayda sunan fikirlerin ticari başarıya ulaşmalarını bekliyorum. Mesela, Brisbane şirketi InfigoLabs tarafından önerilen hidrojen yakıtlı etilen cracker. Bu teknoloji, buharla parçalamada sürekli sorun çıkaran ısı transfer tüplerini tamamen gereksiz kılıyor, böylece 20~60 günde bir üretime ara verdiren kok temizleme operasyonunu ortadan kaldırırken, bunun ötesinde etilen verimini arttıran daha yüksek sıcaklıkları mümkün kılıyor (%12 ~ %15 verim artışı), Yani hiç karbon kredileri olmasa bile kendi başına ticari anlam içeren bir teknoloji.
Günlük
Brisbane yağmur mevsimi güya bitti ama yağmaya devam ediyor. Seyrek kuru günlerde bisikletimle gezmeye çıkıyorum. Geçen hafta bizim eve yaklaşık 10 kilometre uzaklıktaki Karawatha Ormanı'na gittim. Mesafenin üçte ikisi park alanlarından geçiyor ancak sonuna doğru yol kenarında bisikletler için yeterli güvenli mesafe olsa da dikkat gerektiren kalabalık yollarda buluyorsunuz kendinizi.
Karawatha Ormanının içlerinde cep telefonu çekmiyor. Daha önce bir kez yolumu kaybettiğimi hatırlıyorum; dışarı çıkmam biraz zaman almıştı. Orman deyince cangıl anlamayın. Şu şekilde bir yer:
Bu sefer, kasıtlı olarak, ormanın diğer ucundan çıkayım dedim. Çıkınca, Woodridge semtinde, evden oldukça uzakta buldum kendimi. Tekrar ormanın içinden dönmeyi gözüm kesmedi. Brisbane trenlerinde bisikletlere izin var. Trene binmeye karar verdim ve en yakın istasyon olan Trinder Park'a bastım pedalları.
Platforma girdiğimde turuncu yelekli (genellikle yol çalışanları tarafından giyilen janjanlı yelekler) iki kişi gördüm. Biri kenara oturmuş ve bacaklarını rayların üzerine sarkıtmıştı. İlk düşüncem, raylarda çalıştıkları oldu; ve bu muhtemelen trenin rötar yapması anlamına geliyordu. Daha sonra turuncu yeleklerden birinin, pistin kenarında oturan adamın giydiğinin, aslında bir yelek değil, turuncu renkli bir gömlek olduğunu fark ettim. Bu şahısı, 90'ların grubu Outkast'taki küçük adam (Andre?) gibi gözünüzün önüne getirin. Yanlarına vardığımda, diğer şahıs, ki devriye sonu eve dönmeye çalışan bir işçi imiş, oturanı ayağa kalkmaya ikna etmeye çalışıyordu. Ben de ona katıldım ve Andre'ye, ayağa kalk, tren gelir dizlerinin altından keser falan diyordum, yüzüme bakıp aşağı atladı ve somurtkan bir yüzle raylara bağdaş kurdu. İri bir adam değildi ama aşağı atlayıp onu yukarı çıkmaya zorlayacak kadar da cesur değildim. Diğer adama bunun ne zamandır sürdüğünü sordum ve o da benden hemen önce geldiğini söyledi. Geldiğinde ray kenarında oturan birini görmüş yanına gitmiş ne oluyor diye. Doğu Avrupa aksanı vardı. Tam o anda, istasyon hoparlörleri bir sonraki trenin önümüzdeki beş dakika içinde gelip şehre doğru devam edeceğini duyurdu, yani Andre'nin oturduğu raylar üzerinden geçecekti. Trene el sallayarak onu durduramazdık. Etrafa bakınca bir "yardım" butonu fark ettim. Düğmeye bastım, biri bereket hemen cevap verdi ve durumu anlattığımda 'tamam biz hallederiz' dedi. 10 dakika daha bekledik öyle. Konuştuğum adam trenleri durdurmuş olmalı çünkü her iki yönden de tren geçmedi o süre zarfında. Daha sonra üç polis geldi. Andre ile konuştular. Sonunda kendi isteğiyle kalktı, perona tırmandı. Polis onu hırpalar sanıyordum ama dokunmadılar, bir banka oturtup konuşmaya devam ettiler. Muhtemelen onu karakola mı yoksa yakındaki Logan Hastanesine mi götürelim kararını vermeye çalışıyorlardı. Bu arada trenim geldi ve bindim gittim. O günkü sosyal yardım mesaim bitti.
Pascal Hagi
Pascal ve Hagi dışarıda tasa koyduğumuz lorikeet yeminin yanı sıra yeşillik de yesin istiyoruz. Marul seviyorlar ama yapraklar platforma yatay konunca bir iki kemirip bıraktıklarını farkettim. Bu nedenle yaprakları dik dursun diye çamaşır mandalı ve plastik kelepçe ile tutturuyorum.
Aşağıdaki video, Pascal ve Hagi'nin hayatlarından tipik bir akşamı betimliyor. Kapıyı açar açmaz içeri uçtular. Hagi bir nedenden dolayı korktu ve Pascal ona sakin olmasını söylemeye çalışıyor videoda. “Endişeye gerek yok. Anne burada” diyor. Pascal yakınlarda gaklayan kargalardan korktuğunda Meliz Pascal'a derdi böyle ve Pascal bir kargaşa olduğunda kendisini ve Hagi'yi sakinleştirmek için aynı sözleri bir mantra olarak kullanır hala.
Yaprakların damar aralarındaki kısımlarını yiyip aşağıdaki gibi iskelet bırakırlar:
Okuduğum kitaplar
Mona Lisa Overdrive, William Gibson
Bu William Gibson'ın Neuromancer üçlemesinin sonuncusu ve bence okuması en kolay olanı; ancak bunun nedeni muhtemelen tüm ana temalara daha önceki kitaplardan aşina olmamız ve çoğu karakterin tanıdık olmasıdır. İkinci kitapta Maas'lı bilim adamının kızı Angie Mitchell artık ünlü bir stim oyuncusu. Günümüzün sinema oyuncusu gibi düşünün ama filmleri ekrandan izlemiyor sanal gerçeklikte yaşıyorsunuz. Yine İkinci Kitaptaki Count Zero karakteri, bu kitapta ağdan uzak bir yerde saklanıyor. Ve Birinci Kitap'tan bildiğimiz Molly. Birinci Kitap'ta Molly'nin yardımıyla yok edilen Tessier-Ashpool'un varisi 3Jane intikam peşinde. İki yeni genç karakter var. Biri, hain bir komplo için ABD'den Londra'ya getirilen, Mona; ve diğeri, Yakuza şefi babasının korumak için Londra'ya gönderdiği kızı Kumiko.
Kitap 1988'de yayımlanmış olmasına rağmen teknik referanslar hala geçerli. Bunun nedeni Gibson'ın çoğunlukla teknolojinin nasıl olduğuna değil ne yaptığına odaklanması. 1988'de tamamen füturistik gözüken bir çok şey artık olabilir gibi duruyor. Mesela, Elon Musk'un Neuralink bağlantı başarısı, sinir sistemimiz aracılığıyla doğrudan bir bağlantı aracılığıyla internete bağlanmanın mümkün olabileceğine inandırıyor bizi. Kitapta bu işlem kafaya yerleştirilen elektrotlar sayesinde gerçekleşiyor. Elbette Neuralink'ten daha kolay ve kim bilir, yakın gelecekte mümkün olabilir.
Agatha Christie, Uyuyan Cinayet
Ayrıca Miss Marple serisinden bir kitap daha okudum: Uyuyan Cinayet. Agatha Christie bu kitabı İkinci Dünya Savaşı sırasında yazmış ama ancak 1976'da ölümünden sonra yayımlanıyor. Yeni evli Yeni Zelandalı bir kadın Gwenda Reed, İngiltere'nin güney kıyısında bir ev arıyor kitabın başında. Birkaç yeri inceliyor ve içlerinden biri ona kendini evinde gibi hissettiriyor ve o da orayı satın alıyor. Kitap bir hayaletli ev hikayesini andırıyor başta. Bayan Reed, kocasının gelmesini beklerken evin bazı yerlerinden geçerken ürpermeye başlıyor ve açıklanamaz bir şekilde evin bazı gizli özellikleri sanki ona malum oluyor. Elbette doğaüstü bir hikaye değil ve Bay Reed'in teyzesi Miss Marple tesadüfen olaya dahil oluyor ve gelip gizemi çözüyor.
Bay ve Bayan Reed, Yeni Zelandalı olmalarına rağmen Britanya'yı evleri olarak görüyorlar. Yeni Zelandalıların ve Avustralyalıların 1940'larda hala Britanya'yı gerçek evleri olarak adlandırıp adlandırmadıklarından emin değilim. Agatha Christie öyle olduğunu düşünüyordu demek ki. Bugün artık kimse öyle düşünmez..
“Hasan Tan, 14 Şubat 1977'de ODTÜ rektörlüğüne atandı. ODTÜ öğrenci ve akademisyenlerinin bu atamaya tepkileri giderek hızlandı ve 9 ay süren bir boykot yaşandı. Bu protestolar sırasında çok sayıda şiddet eylemi yaşandı. Bunun sonucunda Hasan Tan'ın çalıştırdığı bazı öğrenciler ve sözde işçi öldürüldü. Son olarak Hasan Tan'ın 5 Ekim 1977'de istifa etmesi üzerine Nuri Saryal rektörlüğe atandı.” (Bilkent Üniversitesi Bilgi Havuzu)
Buna heliopoz denirmiş. Ben de bu yazıyı yazarken öğrendim.
Bu tür bir müdahale, sonradan insanı tekrar bazı şeyleri ince ince düşündürecek bir olay olsa gerek. Okurken bazen uzaklaşıyor, bazen de yaşıyorum. Teşekkürler.
Sevgili Halim,
Yine güzel anılar ve gündelik hayattan güzel kesitler.
Selamlar. Sevgiler.