Kazan doğumlu Yusuf Akçura 1904 yılında Kahire’de yayınlanan ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ makalesinde, Osmanlı İmparatorluğunun devamının şu üç zeminden birinde birleşmeye bağlı olduğunu yazmıştı: (1) Osmanlıcılık (yani Müslüman, Hristiyan tüm tebaanın Osmanlı kimliği altında toplanması); (2) İslamcılık (yani Osmanlının Müslüman unsurlarının birliği); ve (3) Türkçülük. Akçura, bunlardan sadece üçüncüsüne başarı şansı veriyordu. 19. yüzyıldan beri bu üç siyaset tarzından biri ya da diğerini uygulamaya çalışarak bugüne gelindi. Yaklaşan seçimlerle yeni bir tarz değişimi gündeme gelebilir.
Adresi kopyalayıp ( _↑_ Copy Link) WhatsApp grubunuza gönderebilirsiniz.
14 Mayıs Pazar günü Türkiye’de parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Bu çok kısa yazı seçim ve sonrasını düşünürken aklımdan geçenleri anlatıyor.
Amerika’nın keşfi ve sanayi devrimi ile birlikte başlayan Batı Avrupa’nın önlenemez yükselişine, eski dünya imparatorluklarının tepkileri değişik oldu. Irk dil ve kültür açısından homojen Japon toplumunu yeni hedeflere seferber etmek, mesela Rusya ya da Osmanlı gibi, onlarca dil, din ve ırk barındıran emsallerine göre daha kolay oldu ve Japonya Meiji restorasyonu ile kendini yenilemeyi başardı. Osmanlı ise bir taraftan teknolojik sıçramayı yakalamaya çalışırken bir taraftan muhtelif dil din ve milliyetten oluşan tebaasının birliğini korumaya çalışıyordu.
1839 Tanzimat fermanı ile başlayan dönem, Yusuf Akçura’nın ifade ettiği ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ den birincisi, yani dil din milliyet gözetmeden bir Osmanlı üst kimliği altında toplanma çabasıydı. Çeşitli nedenlerle başarısız oldu.
Abdülhamit döneminde, ikinci tarz-ı siyaset, yani en azından Müslüman tebaayı imparatorluk çatısı altında tutmak denendi. Birinci Dünya Savaşı başlarken bu tarzın da iflas etmekte olduğu gözlenince, ‘imparatorluğun asli unsuru’ olarak Türkçülük siyaseti öne çıkarıldı. İttihat ve Terakki ile başlayan bu Akçura’nın üçüncü tarz-ı siyaseti Türkiye Cumhuriyeti’nde devam etti.
‘Türkçülük’ kavramındaki ‘Türk’, Acem ve Arap olmayan tüm Müslüman unsurları (mesela Çerkez, Tatar, Abaza, ve Kürt) kapsıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk elli senesi böyle geçti.
1960’ların sonuna doğru, Akçura’nın ikinci tarz-ı siyasetine dönüş işaretleri belirmeye başladı. Erbakan hareketi ve Türkeş’in ‘Türk İslam Sentezi’ bunun iki örneği idi bence. Akçura’nın ikinci siyaset tarzını hayata geçirme çabaları, AKP iktidarı ile doruğa ulaştı.
Bugün geldiğimiz noktada, bu siyaset tekrar iflas etmiş gözüküyor.
Seçimlerden sonra dördüncü bir tarzın ortaya çıkmasını temenni ediyorum. Denenmiş ve başarısızlığı kanıtlanmış önceki üç tarzdan farklı olarak, bu dördüncü tarz siyasette, Türkiye’nin güzel insanları şu ya da bu kimlik altında kümelenmeye gerek duymadan, sadece ve sadece iyi olmak, güzel şeyler yapmak için bir araya gelecekler ve öyle devam edecekler diye ümit ediyorum.
Buna ihtiyacımız var.
Temennimiz o yönde. İnşallah yeni bir döneme gireriz. Aslında Türk insanı (bazen çarıklı erkân uyanıklığı gibi olsa da) uyanık, heyecanlı, kıvrak, olmadık zamanda olumlu tepkiler verebilen, damarına basıldığı zaman canını harcayan bir karaktere sahip iken, son 20 yıldır üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi beyni de uyuşarak pasifleşti(rildi.)
Rip Van Winkle gibi uykudan uyanıp yeni arayışlara girer diye umut ediyorum.